Dizi Film Reçeteleri

MIDNIGHT IN PARIS

ADI : Midnight in Paris
OYUNCULAR : Owen Wilson, Rachel McAdams, Maron Cotillard, Michael Sheen
YAPIM YILI : 2011
TÜR : Romantik, Fantastik
KİMLER İÇİN : Geçmiş zaman meraklısı, sanat düşkünü, Paris'i izlemeye doyamayan entelektüel ve nostaljik kişilere kesinlikle önerilir
PUANIM : 7.5/10

Geçmişe Özlem Duymak: Midnight in Paris

Bazı insanlar vardır geçmişe özlem duyarak yaşarlar ve de bunun geçmişin harika olmasıyla bir ilgisi yoktur. Bir şeyler çağırır sanki onları geçmişten. Ben de öyle bir insanım mesela. Geçip giden zamanın ulaşılmazlığı mıdır onu bu kadar çekici yapan yoksa insanın gelecekle ilgili umutsuz düşünme meyli midir, bilmem. Bu çekiciliğe karşı koyamayan insanlar dünyaya çok geç geldiklerini düşünürler. Bu tatlı, entelektüel filmde de işte tam olarak böyle bir adamın hayallerinin gerçek olmasını izliyoruz.

İzlerken çok kıskandığım bir Woody Allen yapımı Midnigt in Paris. 10/10’luk bir film değil kabul ama tam benim gibi hayalperestlere göre bir film. Düşünsenize mesela, Balat’ta her gece yarısı geçmişe açılan bir kapı olduğunu. Bir gün yanlışlıkla girip kendinizi 1960’larda buluyorsunuz (İkinci Yeni akımının verimli zamanları). N’oluyor diye ortalarda gezinirken bir adam görüp yol tarifi soruyorsunuz. Adamı da bir yerden gözünüz ısırıyor. Neyse, diyor ki size “rengin atmış kardeş iyi misin gel şurada oturalım”. Teşekkür etmek için ismini soruyorsunuz. Ne dese beğenirsiniz? Cemal Süreya. Haydaaaaa. Kesin öyledir diyorsunuz tabi. Sonra yanınıza bir kadın geliyor. Aaa yok artık Tomris Uyar, sen misin? (onların Adriana’sı varsa bizim de Tomris’imiz var). Gidiyorsunuz salaş bir meyhaneye Tanju Okan çalıyor mesela. Birlikte oturduğunuz insanlara bakıp “rüya herhalde” diye düşünüyorsunuz. Ama aynı kapıdan tekrar geçince de hop, tekrar milenyum. Hayali bile tüylerimi diken diken etti. Bu fikir benim aklıma gelmeliydi be.

Filmin en çekici özelliklerinden biri Paris’te geçmesi kesinlikle. Mutluluğun formülü çok açık; bir Paris bir yağmur bir de zaman yolculuğu. Film boyunca Paris sokaklarına bakmaktan kaçırdığım konuşmalar oldu. Bu Avrupalı filmimizin başrollerinde Owen Wilson, Rachel McAdams, Marion Cotillord, Katy Bates, Michael Sheen gibi birçok isim var. Yan rollerde ise Adrien Brody, Léa Seydoux, Tom Hiddleston gibi isimler var, festivallerdeki havasını düşünün filmin. Ayrıca, En İyi Özgün Senaryo Oscarı ve Altın küresi kazanmış 2012 yılında.

midnight-in-paris-1

Tam bir iflah olmaz hayalperest olan yazar Gil, zengin ve kibirli bir Amerikalı aile tarafından yetiştirilmiş, mutluluğu her zaman somut şeylerde arayan Inez’le evlenmek üzere. Nişanlı çiftimiz, Inez’in babasının işi sebebiyle Paris’e gitme şansı yakalıyorlar. Gil sadece, yağmurda Paris sokaklarını gezerken 18 euroluk Cole Porter plağı almak isterken, Inez 18 bin euroluk antika kovalıyor. Gil bir gece vakti, hafif sarhoşken kayboluyor. Nerede olduğunu çözmeye çalışırken önünde duran, 1920’lerden fırlamış arabadan gelen daveti geri çevirmiyor. Ve böylelikle hayatının yolculuğuna çıkıyor. Bu yolculukla birlikte herkesin hayatı değişiyor. Bir tuhaf maceraya çıkan Gil, bizi de kendisiyle götürüyor ve birlikte 20. yüzyıl Paris’inde kayboluyoruz. Benim hiç sıkılmadan izlediğim, hayal gücümü besleyen bu sanat kokan filmi yağmurlu bir sonbahar akşamında ya da güneşli bir Pazar günü izleyebilirsiniz. Ne zaman izlerseniz izleyin iyi hissettiren bir film olacağına güvenim tam.

-Spoiler başlıyor-

Övdük ettik tamam ama bu kısımda sadece pohpohlama olmayacak; kan ve gözyaşı da var baştan söyleyeyim. Filmimiz normal gibi görünen ama aslında birbirleriyle hiç uymayan bir çiftin dışı sizi içi beni yakan bir tatil macerasını anlatıyor. Oyuncu seçimleri çok yerinde olmuş bence. Owen Wilson’u beğenirim, Marion Cotillord’a bayılırım. Direkt konuya dalıyorum müsaadenizle. Film 3 dakikalık Paris şöleninden sonra Gil, Inez ve ailesinin akşam yemeğiyle başlıyor. Gil, masada bir uzaylı muamelesi görüyor. Hiçbir konuda anlaşamayan bu tuhaf masada tansiyon yükselirken, Inez’in sinir bozucu arkadaşı Paul ve karısı Nina geliyorlar. Bu çift kadar kasıntı çift zor bulunur. Her ama her şeyi bilen bir adam ve ona hayran bir kadın. Bildiniz değil mi? Bu giriş sahnelerini geçtikten sonra yine hiç anlaşamayan bu çiftler beraber gezip duruyorlar. Bir gece, Gil bu gruptan sıkılıyor (haklı) ve otele dönmek için erken ayrılıyor. Girişte de bahsettiğim o klasik arabaya biniyor ve 1920lere doğru yola çıkıyor. Arabadakilerle birlikte bir partiye gidiyorlar. Burada tanıştığı ilk kişiler bir ressam ve yazar olan Zelda Fitzgerald ve eşi The Great Gatsby’in yazarı F. Scott Fitzgerald.

  • Bu çiftin çalkantılı bir ilişkileri varmış. Birbirlerini sürekli kıskanıyorlarmış, rakip olarak görüyorlarmış ama yine de vazgeçmemişler ilişkilerinden ısrarla. Zaten melankoliye yatkın olan Zelda’ya pek iyi geldiği söylenemez bu gelgitli ilişkinin. Scott F., Zelda’ya göre daha popüler ve başarılı görülmüş hep. Zelda uzun yıllardır kocasının gölgesinde yaşamaktan bıkmış. Bu nedenle onunla rekabet içinde olmayacağı bale gibi uğraşlar denemiş bir süre ama hep kısa ömürlü olmuş. Scott’un Ernest Hemingway’le olan dostluğundan rahatsız olduğu için bu arkadaşlığı bitirtmiş. Çiftin bir kızı olmuş ilerde ama bu pek bir şeyi değiştirmemiş. Kronik melankolik olan Zelda F., şizofreni tanısıyla yıllarca hastanede yatmış. Bu arada eşinden uzaklaşmış biraz tabi. Scott F. kalp kriziyle hayatını kaybettikten 8 yıl sonra ise Zelda F. kaldığı akıl hastanesinde çıkan yangınla veda etmiş hayata. Enteresan bir çift.

Bu çiftle tanıştığına inanamayan Gil bir diğer şokunu hayranı olduğu Ernest Hemingway’i karşısında görünce yaşıyor. Hemingway daha en çok bildiğimiz Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi kült romanlarını yazmamış o yıllarda. Genç, heyecanlı ama özgüveni tam. Hemen ortama uyum sağlayan romantik Gil, sonunda arzuladığı gibi bir hayal dünyasının kucağına bırakıyor kendini. 2010 yılına gittiğinde Inez’e heyecanla başına gelenleri anlatıyor ama tabii ki inanmıyor ona Inez. Gil onu geçmişe götürse bile inanmaz o derece bir inanmama.

midnight in paris
  • Ernest Hemingway’in çocukluk (anne sorunları) ve savaşın travmalarını taşıdığını, bu nedenle biraz dengesiz biri olduğunu filmde güzel göstermişler. İçindeki boşluğu yazarak, yazarak, daha çok yazarak doldurmuş Hemingway. Corey Stoll’un bu büyük ismi oynamada çekinceleri olsa da bence başarılı olmuş.

Gil geçmişte geçen günlerine kolayca adapte oldukça şu anından o kadar uzaklaşıyor. Inez bu arada sürekli Paul’la takılmaya başlıyor. Gil’in gözü ise 100 yıl önce yaşamış gizemli, sanat düşkünü, Fransız güzeli Adriana’dan başka kimseyi görmüyor. Marion Cotillord bu rol için biçilmiş kaftan (zaten kendisi Hollywood’da ‘Fransız kadın’ rol ihtiyacını tek başına karşılıyor gibi bir şey). Adriana’ya gelirsek. Adriana hayali bir karakter, geçmişte bir karşılığı yok. Hayatı boyunca hep “öteki kadın” olan bu çekici, genç kadın Pablo Picasso’nun metresi olarak tanıyoruz başta.

  • Ressam babasından sanat genleriyle doğan Pablo Picasso sanatı kadar çapkınlığıyla da bilinirmiş. 3 kere evlenen Picasso bildiğimiz kadarıyla sadece ilk eşini aldatmamış. Diğer eşlerini gencecik sevgilileriyle, sevgililerini bile başka kadınlarla aldatmış.

Adriana, Gil’in romanına ilk cümlesinden aşık olacak kadar şıpsevdi bir kadın. Gil’le aralarında oluşan elektrik Zelda’yı suyun kenarında intihar teşebbüsünde bulana kadar güzel seviyede. Zelda’ya mani olmak için yanlışlıkla nişanlısından bahseden Gil, Adriana ile başlayan bu kıvılcımı söndürüyor bir süreliğine. Burada önemli bir detay var. Zelda’ya sakinleşmesi için Valium® adlı Diazepam etken maddeli bir ilaç veriyor Gil. Diazepam, benzodiazepin türevi anksiyolitik ve antikonvülzan bir ilaçtır. Bir antidepresan değildir, daha ciddi durumlarda kullanılır yani. Bu ilacın seyrek yan etkileri arasında konfüzyon (zihin bulanıklığı) var. Alkolle alındığında ise bu yan etki artabilir. Gil’in bu ilacı kullandığını öğrenmemiz bize “bu yaşananlar Gil’in yaşadığı bir zihin karmaşası mı?” sorusunu sorduruyor (aman ha bu yazıdan sonra bir alkolle alayım 1800lere gideyim falan demeyin, şakasını bile yapmayın, teşekkürler). Bu konu hakkında kesin bir şey bilmiyoruz. Ya da Gil’in yazdığı romanın mı içindeyiz? Tamamen izleyiciye bırakılmış bu son. İster fantastik bir dünyayı kabul edin isterseniz yaşananlara gerçek bir açıklama getirin demişler yani. Siz seçin.

Dönelim nostaljik moda tasarımcımız Adriana’a. Artık ikinci kadın olmak istemeyen Adriana, Gil’den uzaklaşıyor. Buna anlam veremeyen Gil (neyine anlam veremediyse) Adriana’nın arkasından bakakalmışken Salvador Dali onu masasına çağırıyor. Şu isimlere bakar mısınız ya her yer sanat, sanatçı, fular…

  • Salvador Dali herhalde yeryüzüne gelmiş en garip ve yetenekli insanlardan biridir. Sürrealist bir ressam ve insan olan bu renkli kişilik dönem dönem ilginç politik çıkışlarıyla tepki almış bazı kesimlerden. Bazen Hitler’e takmış kafayı bazen karnabahara. Evet, kalabalık bir kitleye yaptığı konuşmasında ciddi ciddi “her şey karnabaharda bitiyor!” diye naralar atmış. Bu nedenle filmde gergedanı ağzından düşürmemesi Dali’ye uygun olmuş, sırıtmamış. Her şey gergedanda bitiyor!

midnight-in-paris-3

-Man Ray: Farklı bir zamandan olan bir kadına aşık bir adam… Bir fotoğraf görüyorum.

-Luis Buñuel Portolés : Bir film görüyorum

-Salvador Dali: Gergedanları görüyorum!

Dali, Amerikalı fotoğraf sanatçısı Man Ray, İspanyol yönetmen ve senarist Luis Buñuel Portolés ve bizim şaşkın Gil aynı masada. Fıkra girişi gibi oldu. Gil pardon da, bu insanlarla aynı masadasın sence danışman gereken şey aşk hayatın mı? Bu sanatçıların hepsine hayran ama hiçbiriyle doğru düzgün konuşmuyor, sadece romanını okumasını istediği Gertrude Stein’le sık sık konuşuyor, o da romanıyla ilgili. Ben Gil’in biraz daha afallamasını isterdim. Anlık şaşkınlıkları geçmiyor bu tanışmalar. Etrafın efsane kaynıyor biriyle otur, iki lafın belini kır ama yok sen anca Adriana’yı tavlamaya çalış. Neyse, dönelim hikayeye. Gil’den uzaklaşan Adriana zaten hazırda bekleyen Hemingway’le safariye gidiyor. Bu arada Inez’le Gil artık doğru düzgün konuşamıyorlar bile. Inez de, Paul’la Gil’i aldatıyor bu kopuşla birlikte. Kendi zamanının Paris’inde gezerken Adriana’nın yazdığı kitapta kendisine aşık olduğunu okuyan Gil, Adriana’ya hayalindeki ilanı aşkı yapmak için bir plana girişiyor.

  • Gertrude Stein, genelde yenilikçi sanatçıların eserlerini ilk gören kişiymiş. Görüş almak için dönemin sanatçıları ilk ona koşarmış. Bu sanatçılar arasında mutluluğun ressamı Abidin Dino da varmış. Uzun yıllar Paris’de yaşayan Dino ile yakın dost olduğu biliniyormuş (hemen aklınıza ilişki gelmesin Stein’in lezbiyen olduğu tahmin ediliyor). Bir süre tıp ve psikoloji eğitimi alan bu çok yönlü Amerikalı sanatçı, tutkusunun edebiyat olduğunu anlayınca Fransa’da yaşamaya başlamış.

midnight-in-paris-4

Hemingway’le bir Afrika havası alıp gelen Adriana, dönüşte Gil’i geri çevirmiyor. Tesadüfe bakın ki, o akşam oturdukları yerin önünden de 1890lara giden bir at arabası geçiyor (bizim önümüzden de anca Ulus dolmuşları geçsin). Birlikte daha da geçmişe giden çift durumu fark ediyor. Eugène Henri Paul Gauguin, Edgar Degas gibi efsane ressamlarla tanışıyorlar. Bir moda tasarımcısı olma hayaliyle yanıp tutuşan Adriana da Gil gibi bir nostalji tutkunu demiştim. Gil’in bayıldığı, 1920lerin altın çağlarını beğenmeyen Adriana’nın Altın çağı ise La Belle Epoque* döneminin (19. yy sonundan 1. Dünya Savaşına kadar sürdüğü kabul ediliyormuş) içinde olan 1890lar oluyor. Herkesin altın çağları kendine demek ki. Bu sorun bence de, her zaman için geçerli. Sanırım herkes kendi döneminde yaşayan insanları boş ve yeteneksiz buluyor. Aldığı iş teklifi sebebiyle 1920’lere dönmek istemiyor Adriana (her döneme uygun meslek seçimi artıları). Gil ise o zaman anlıyor bu hayalinin sonunun geldiğini. Geçmişte yaşamak çözüm değilmiş demek ki. Sen hangi zamana gidersen git, ne kadar toz pembe görünürse görünsün büyük ya da küçük birçok kusuru oluyormuş (Gil’in kabusunda hastalandığını ve antibiyotiklerin daha bulunmadığını görmesi bu konuya güzel bir örnek).

*La Bella Epoque dönemi: 19. yüzyılın sonundan 1. Dünya Savaşına kadar sürdüğü kabul ediliyor. Yokluk ve ölümün pençesine düşmeden hemen önce refah düzeyi yüksek ve sanatın rahatça geliştiği “Güzel Dönem”.

midnight-in-paris-5

Artık birçok zamanı deneyimleyip en sonunda kendi zamanında yaşamak istediğini anlayan Gil, bir daha geri dönmemek üzere 2010’a geri dönüyor. Inez’i Adriana’yla aldatan Gil, Hemingway’in uyarısıyla fark ettiği Paul-Inez ilişkisi için Inez’den hesap soruyor. Bu kısımları tadımı kaçırdı. Evet, tüm ilişkilerin sadakatsiz olması detayı. Inez’le ayrılan Gil, bir plakçıda tanıştığı, orda çalışan Gabrielle ile birlikte yeni bir aşka doğru yelken açarken filmimiz burada bitiyor.

Gil karakterinin Woody Allen’a benzediğini, aslında kendi hayalini Gil üzerinden bize anlattığını söyleyen bir teori var. Ama ben Gil’in Allen’a benzemesini değil, daha sevilesi ve farklı bir karakter olmasını isterdim. Belki de film insanların gözünde daha başka bir yerde olurdu o zaman. Gil’in, Allen tarafından torpilli olmasından mıdır nedir onun dışındaki nerdeyse bütün karakter itici, kibirli ve onları sevmememiz için uğraşıyorlar. Tarihi karakterleri saymıyorum çünkü onlar zaten çoktan sevilmiş sayılmış insanlar.

-Spoiler bitti.-

Filmi Paris büyüsüne bulayıp bazı eksiklikleri görmememizi beklemiş sanırım Woody Allen. Çarpık ilişkileri anlatmayı seven, çarpık ilişkileri olan bir insan olduğu için pek şaşırmadım gerçi. Ayrıca filmin fikri basit gibi görünse de doğru ellerde çok daha mükemmel hale getirilebilecek bir fikir. Midnight in Paris’de fikir boşa gitmemiş ama potansiyeli tam olarak da kullanılmamış gibi geldi bana. Eğer çok yormayan, sizi Paris’in sanat kokan sokaklarında gezdiren, efsane sanatçılarla dolu, başarılı oyuncuların olduğu bir film izlemek isterseniz Midnight in Paris bu beklentilerinizi karşılar. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

midnight-in-paris

“Sanatçının görevi umutsuzluğa düşmek değil, bilakis varlığın boşluğunun panzeri olmaktır.”

Gertrude Stein, Midnight in Paris

Fragman