Dizi Film Reçeteleri

mini dizi reçeteleri

En güncel dizi önerileri sizlerle ...
killing eve season four

KILLING EVE FİNAL SEZONU

Tür: Dram, Macera, Kara Komedi
Puanım: 9/10

Ratched dizi kapak fotoğrafı

RATCHED

Tür: Dram, Suç, Gizem
Puanım: 7.5/10

Fatma netflix

FATMA

Tür: Dram, Suç
Puanım: 7/10

normal people dizi kapak fotoğrafı

NORMAL PEOPLE​

“Drawn Together, Driven Apart”

Tür: Dram, Romantik
Puanım: 8/10

rangarok dizi kapak fotoğrafı

RAGNAROK

“This Is Where It All Begins”

Tür: Dram, Fantastik, Gizem
Puanım: 7/10

the undoing kapak fotoğrafı

THE UNDOING

“Nothing Stays Hidden”

Tür: Suç, Dram, Gizem
Puanım: 7/10

THE QUEEN'S GAMBIT dizi kapak fotoğrafı

THE QUEEN'S GAMBIT

Tür: Dram
Puanım: 8/10

THE HAUNTING OF BLY MANOR kapak fotoğrafı

THE HAUNTING OF BLY MANOR

Tür: Dram, Korku, Gizem
Puanım: 7.5/10

the wilds dizi kapak fotoğrafı

THE WILDS

Tür: Macera, Gizem, Dram
Puanım: 8/10

unorthodox dizi kapak fotoğrafı

UNORTHODOX

Tür: Dram, Biyografik
Puanım: 8/10

Stataless kapak fotoğrafı

STATELESS

Tür: Dram
Puanım: 7.5/10

Dead-to-me-netflix-dizi-film-onerileri

DEAD TO ME

Tür: Dram, Komedi
Puanım: 7.5/10

Mini Film Reçetlerini Keşfetmek İster misiniz?

KILLING EVE FINAL SEZONU

 

Yaklaşık birkaç saat önce Killing Eve’in final bölümünün kocaman THE END yazısı ekranımda belirdi ve ben o andan beridir finalle ilgili nasıl hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. KE benim için her anlamda çok özel bir diziydi; beni az çok takip ediyorsanız paylaşımlarımdan bu diziye olan saplantımı fark etmişsinizdir (pişman mıyım, asla) Onun için bolca spoiler ve epey karmaşık duygularla dolu bir veda yazısı olacak bu haberiniz olsun…

Phoebe Waller-Bridge’in hayatıma girişinden yaklaşık bir ay sonra KE de hayatıma girdi. PWB’nin hikaye anlatıcılığına ilk görüşte vurulmuştum; nasıl yapıyor bilmiyorum ama yaptığı işlerin en ufak detayları bile aklıma kazınıyor. KE bu açıdan PWB’nin en yaratıcı anlarına denk gelmiş olacak ki Luke Dennings’in aynı isimli romanını TV’ye olabilecek en dikkat çekici şekilde uygulamayı başardı. İlk ve muhteşem sezonun ardından ise sürekli el değişen baş yazarlık kadrosu maalesef dizinin en büyük şansızlığı oldu. Epey vasat ve genel olarak karakterlerin gelişimi konusunda aşırı tembel kalmış bir üçüncü sezonun ardından final sezonuna gelmiştik. Şu konuda gayet emin konuşabilirim; Villanelle ve Eve dışındaki dizinin neredeyse tüm “yan” karakterleri ilk iki sezonda seyirci tarafından ilgiyle takip edildi. Konstantin’i Villanelle’in, Carolyn’i ya da Kenny’i Eve’in hayatına entegre etme şekilleri her açıdan etkileyiciydi. Hatta yan yana düşünemediğimiz Niko’yla Vil’in sahneleri bile izlemesi aşırı zevkli sahnelerdi. Yani sık sık bir araya gelen karakterlerimiz hem dinamik bir akış sağlıyor hem de kendilerini sevdirmeyi başarıyorlardı. KE absürtlüğüne en çok yakışan finallerden biriyle biten ikinci sezonun ardından üçüncü sezondan da benzer bir kalite beklemek hepimiz hakkıydı.

Üçüncü sezon Villanelle açısından en zorlayıcı sezondu. Aşkına karşılık bulamamış, istediğini elde edememiş küçük ve öfkeli bir çocuktan hayatın sillesini yemiş, rakı masalarından kalkamayan derbeder bir yetişkine evrildi en kaba tabirle. Yalnız biz onun bu hallerine pek alışken değildik; o açıdan, şahsen benim, bu yeni Vil’e adaptasyonumuz epey uzun sürdü. Ama Jodie’nin olağanüstü oyunculuğuyla her halükarda kendini izlettirmeyi başaran bir karakterdi ne olursa olsun. Yıprandı, reddedildi, annesini öldürdü, çok sevdiği işini bırakmak istedi, ailesi bildiği Konstantin’den kazıklar yedi. Vil o eski Vil değildi, değişti ve dönüştü. Diğer yandan Eve ise üçüncü sezonda oldukça ihmal edildi. Aklına koyduğu her şeye saplantı derecesinde bağlanan Eve’in bu sezonda tek motivasyonu Kenny’nin ölümüydü. Zaten bir diğer saplantısı olan Twelve’le bağlantılı olan bu ölüme kendini adadı Eve. Anlamsız bir şekilde Niko’yla kurmaya çalıştığı iletişim sonuç vermedi ve hayatından temelli çıktı. Eve de, ona her daim eşlik eden takıntılarını saymazsak, yapayalnızdı. Ve Twelve’in oyununa girme çabaları pek sonuç vermedi üçüncü sezonda; hep çok yakınlarında gezdi ama gerçek anlamda ne Twelve’i ne de üyelerini anlayabildi.

Önce balo sonra da köprü sahnesi ise alışık olmadığımız “soft Villaneve” anlarındandı. O anlara gelene kadar çoğunlukla seksüel gerilime (ya da tamamen gerilime) dayanan Villaneve ilişkisi sonunda boyut değiştirdi. Beraber bir gelecek planı bile yapmaya başlamışlardı bizim şapşal aşıklar. Neyse, daha fazla uzatmadan son sezona geleyim artık. Laura Neal’in başı çektiği dokuz kişilik yazar ekibinin elinde her sezonda olduğu gibi sadece sekiz bölüm vardı. Bu arada KE’yi ve alakalı her şeyi 4-5 koldan takip eden biri olarak hayranların dördüncü sezondaki beklentilerinin tamamen Villaneve sahnelerine dayandığını söylemeliyim. Hatta üçüncü sezon finalinin hemen ardından yeni yazar kadrosuna Villanelle-Eve ilişkisini daha gerçek bir şekilde işleyebilmek adına kuir bir yazar olan Kayleigh Llewellyn’in katıldığı duyruldu. Evet, gerçekten de sırf Villaneve aşkını sanki herhangi bir heteroseksüel aşktan farklıymış (tabii ki sıradan bir aşk değil onlarınki ama siz beni anladınız)  gibi işlemesi için kuir yazar aldılar ekibe. Ve Llewellyn (bu sezonun nispeten en iyi bölümleri olan 3-4-5 bölümleri ona ait) “merak etmeyin, Villaneve hakkında müthiş fikirlerim var” tarzı bir şeyler dedi. Ve haliyle, Villaneve ekran süresinin bu kadar az olacağını beklemiyorduk hiç. Gerçi “tüm Villaneve sahnelerini son bölüme saklayacağız” dedilerse Llewellyn napsın…

Final sezonunda daha önce KE’de görmeye alışık olmadığımız metaforik bir anlatım ağır basıyordu. İlk iki sezonu hatırlayın; yüksek tempolu ve bam bam ters köşelerle dolu bölümler izledik hep. Bu sezon ise gerek önceki sezonlara gerekse mitolojik mitlere göndermelerle doluydu. Psysche ve Cupid göndermesi üzerine inşa etmişlerdi tüm sezonu. Hadi yeni yazar kadrosunun bu kararını da tamam diyelim. Peki, Villanelle ve Eve dışındaki karakterlerin zayıf diyalogları ve de tüm o doldurma sahneleri n’apacağız sevgili Laura? Nasıl göz ardı edeceğiz tüm bunları? Sakin sakin yazayım dedim yine olmadı. Neyse, ne diyorduk; Psysche ve Cupid (Eros). Biz Cupid’i genelde sevimli aşk Tanrısı olarak resmetsek kendisi sık sık yıkımla anılan ve bir canavar olarak da görülen bir Tanrı. Psysche’yle olan aşk hikayesi ise emek ve sabır isteyen türden yani Eve’in son bölümdeki nikah konuşması gibi bir aşk hikayesi. Pysyche ise “ruh” anlamına gelen güzelliğiyle nam salmış, herkesin hayran olduğu bir ölümlü. Hikayeye göre bir Kralın üç kızından biri olan Pysyche ve güzelliği o kadar çok konuşulur ki güzellik Tanrıçası Afrodit’in esamesi okunmaz o sıralarda. Ve Afrodit de bu durumu kıskanır; oğlu Cupid’e gidip Psysche’yi dünyanın en çirkin adamına aşık etmesini ister. Cupid tam görevini yapmaya giderken hazırladığı oku kendisine saplar ve ta da; artık Psysche’ye o aşıktır. Cupid aşkını alır, ondan gerçekten kim olduğunu, gerçek yüzünü saklar ve annesinin bilmediği bir şatoya götürür. İkili aşklarını hep gizli yaşar, Cupid şatoya yalnızca geceleri gelir. Ve Psysche’ye “canavar” yüzünü hiç göstermez. Bir gün Psysche, Cupid’in gerçekten canavar olduğunu düşünür ve uykudayken onu bıçaklamaya kalkar. Cupid bu sırada uyanır ve biricik aşkını bu vaziyette görünce açar kanatlarını, uzaklara uçar gider. Psysche ise “ben ne yaptım” diyerek kendini şatodan aşağıya, çetin sulara atar. Elbette bu güzellikte bir insan evladının ölmesine kimsenin yüreği razı gelmez. Cupid aşkını affeder ve onu kurtarmak için Zeus’a bile yalvarır; en sonunda Psysche’yi hayata döndürmeyi ve ölümsüz yapmayı başarır. Böylelikle aşk ve ruh sonsuza kadar bir arada olur, iç içe geçer.

Şimdi, tuhaf ama bu miti hikayemize iki şekilde de yedirebiliriz; Psysche’yi ister Villanelle olarak görün ister Eve. Her iki şekilde de metafora uyuyorlar. Ben iki türlüsünü de düşünüp “ikisi de olabilir aslında” dedim, siz ne dersiniz bilmem. Villanelle’e Cupid’e geçen sezon boyunca yapılan canavar vurgusuyla, Eve’e her zaman yumuşak tarafını gösterme çabasıyla ya da Eve’in de Vil’i bıçaklayıp sonradan pişman olmasıyla ve son sezondaki ok sahnesiyle oldukça uyuyor. Diğer yandan Eve’in içinde de her zaman küçük bir psikopat yattığını sezsek de bu sezon o yüzünü ilk defa böylesine açık gördük. Villanelle her zaman güzelliğiyle ya da yeteneğiyle dikkatleri üzerine çekmesine rağmen gerçek aşkla hiç tanışmamış; aşkı bulduğu zaman bile yapayalnız kalmış bir Psysche. Eve ise hikayemizin gerçek canavarı, her ne kadar kutsal olsa da şeytani yanları da olan bir Cupid. Eve gerçek yüzünü gösterirken Vil’in bir kelebek misali değişmesini izledik dört sezon boyunca.  Ve yine bu sezondaki kanat/ kelebek (kelebek kanatları Psysche’nin sembolü) göndermeleri hep Vil üzerindeydi. Eve, Vil’e her ne kadar kırgın olsa da onu kaybetti ve peşinden gitti finalde. Vil’i kaybedeceğini anladığı an inadının ne kadar gereksiz olduğunu anladı. Ve final sahnesi itibariyle de bir oldular; ama bu defa Psysche’yi o çetin sulardan çekip çıkarmayı kurtarmayı başaramadı Cupid.

Final sezonunu bu açıdan çeşitli şekillerde okumak da mümkün tabi. Ama artık geliyorum zurnanın zırt dediği yere. İlk bölümler tamamen zorlama diyaloglar, anlamsız yan karakterler ve düğümlerle doluydu. Spin-off’a pas atabilmek için Twelve’i Carolyn’le baya bir yaptılar. Meğer kaç sezondur peşinde olduğumuz The Twelve, 1979’da Berlin’deki bir grup sosyalist tarafından kurulmuş anarşist bir oluşummuş. Carolyn ise bu örgütün isim annesi ve kurucularından biriymiş. Hatta Konstantin de öyle. Sonra işler karışmış, kemik üyeler birbirine girmiş. The Twelve ise bambaşka bir boyut almış; tüm devletlere el altından hükmeden koca bir örgüt haline gelmiş. Carolyn’e odaklanacak olan spin-off dizisinde muhtemelen sık sık 80’li yıllar gidip günümüze kadar gelecekler. Epey polisiye-ajanvari bir dizi olacağını düşünüyorum bu defa. Bu arada farkındaysanız o tatsız sona gelmemek için baya çaba harcıyorum. Biraz da şey mi konuşsak; JODIE’NİN MÜKEMMELİĞİNİ

Tamam tamam, şakalarım da bitti. Girişte de dediğim gibi finali izlerken birçok şey hissettim; mutluluk, şaşkınlık, hayal kırıklığı, öfke… Uzun uğraşlar, kayıplar, kavgalar ve dövüşler sonucu izleyebildiğimiz Villaneve sahnelerinden ise aşırı keyif aldım. Bir yandan da sezon boyunca ve bu bölümde de açık açık yaptıkları “ölüm” vurgusunun, piyangosunun kime vuracağını düşünmekten diken üstündeydim. Villanelle sonunda hep arzu ettiği, ilk sezon finalinde de “sadece birlikte film izleyebileceğim birini istiyorum” diyerek bahsettiği ilişkisini kısa bir süre de olsa yaşadı. Sandra ve Jodie; siz bu aşkın gerçek mimarlarsınız bebeklerim. O nasıl bir uyum, o nasıl bir tatlılık, o nasıl bir duygu yüklemesi öyle. Yine, yeniden hayran kaldım her bir sahnenize. İlk sezondan beri görmeyi istediğimiz Villaneve ilişkisini öyle kolay kolay bize vermelerini beklemiyordum zaten de en azından yarım saate koymak yerine şöyle 2-3 bölüme yayabilirlerdi. Ne bileyim, bu aşk böyle kolay harcanmamalıydı. Normal bölüm sürelerinden 2-3 dakika daha kısa süren FİNAL bölümünde hiç harcanmamalıydı hem de.

Bizimkilerin gemiye bindikten sonrasında ne izlediğimi anlamaya çalışıyorum. Ellerini kollarını sallaya sallaya gemiye binip üstüne bir de nikah kıymalarını geçtim; Villanelle’in Twelve üyelerini katletme sahnesi, “hepsini hallettim” sarılması, suya atlamalar, suda vurulmalar, “kötü adam”ın olanları uzaktan izlemesi, poz kesmesi falan. Of of of… Yazarken tekrar yaşadım o anları ve ürperdim. Son 10 dakikayı diziden hiç haberi olmayan biri izlese ucuz biz aşk dramından ya da ajan filminden bir sahne sanar. Killing Eve kalitesine yakışmayan, oldubittiye getirilen ve “Villaneve sahnelerini son bölüme bırakalım” çabasına harcanan bir final izledik gerçekten. Villanelle gibi bir karakterin ölüşü asla böyle olmamalıydı, bu ihtişamlı ama psikopat aşk hikayesi böylesine oldubittiye getirilmemeliydi. İzlemelere doyamadığım Carolyn karakterini bile son sezonda getirdikleri konuma bakınca spin-off dizisinin bir geleceği olmayacağını düşünüyorum. Belki bağımsız bir dizi olarak izlenebilir ama KE hayranlarının pek de şans vereceğini sanmıyorum bu yeni diziye.

Evet, fikri bile hâlâ bir garip hissettirse de Killing Eve’in de sonuna geldik. Keşke çok daha iyi yazılmış bir final sezonu izleseydik diye düşünmeden edemiyorum. Özellikle Jodie ve Sandra’nın karakterlerini sonuna kadar sahiplenmelerini, onları hepimizden daha iyi anlamalarını ve de ekranda bunu yansıtabilmelerini hayranlıkla izledim dört sezon boyunca. Diziye kattıkları doğaçlama anlar bu sezonda en sevdiğim anlar oldu (Helene’in ölümünün ardından o seksi Vil-Eve bakışması ya da Konstantine’le Vil’in o tuhaf sarılması) Ve biliyorum ki onlar da bu sondan hiç memnun değiller; röportajlarında kendilerini ele verdiler ister istemez. Yine de, her şeye rağmen izlediğim en iyi dizilerden biriydin Killing Eve. İlk iki sezonunun kalitesine ulaşabilen çok az dizi var. Saatlerce ilk iki sezonu övebilirim, tekrar tekrar izleyebilirim. Onun için seni hep o güzel, ikonik sahnelerinle hatırlayacağım. İyi ki varsın Killing Eve, elveda.

 

RATCHED

Amerikan Horror Story ve Pose gibi yapımların yaratıcısı Ryan Murpy bu dizisinde de başrolü çok sevdiği Sarah Paulson’a veriyor. Ratched, One Flew Over the Cuckoo’s Nest (Guguk Kuşu) romanındaki Mildred Racthed karakterinin geçmişini anlatıyor. Dizi II. Dünya Savaşı’ndan birkaç yıl sonrasında, 1947’de geçiyor. Bir akıl hastanesinde çalışmaya başlayan, usta bir manipülatör olan hemşire Ratched’in karanlık düşüncelerini nasıl zekice planlarla eyleme döktüğünü izliyoruz. Gittiği yerde kısa sürede etrafındaki insanları etkisi altına almayı başarabilen Mildred’in aslında herkesten gizlediği bir amacı var. Bu amaç uğruna göze almayacağı çok az şey olan Mildred’in nasıl böyle bir insana dönüştüğünü de öğreniyoruz zamanla. Dizi, dönem yapımlarını sevenler için bir nimet diyebilirim. Hikaye zaman zaman boğucu bir hal alsa da sinematografik olarak sunduğu şölenle nefes aldırıyor. Gerçekte oldukça eğlenceli ve tatlı bir insan olan Sarah Paulson, otoriter ve ciddi Mildred’i nefis oynamış. Artık kendisini şöyle sağlam bir komedide izlemek istiyorum, hep gerilim hep gerilim yetmez mi? Ratched’in kadrosunda Paulson’un yanı sıra Finn Wittrock, Cynthia Nixon, Jon Jon Briones, Sharon Stone gibi isimler de var. 2. Sezon onayını çoktan aldığını da haber vereyim.

-Spoiler-

Dizinin yönetmenlerine saygılarımı iletiyorum öncelikle, şahane çekimler yapmışlar. Dönem kostümlerine, arabalarına, dekorlarına ve renklere bayıldım. Karakterlerin ürkütücülüğüne de tabi. Mildred ve kardeşinin başına gelen travmatik olayların, onlar üzerindeki uzun süreli etkilerini izliyoruz aslında. Hayatları ve psikolojileri başkaları tarafından mahvedilen insanlar da gidip başka hayatları mahvediyorlar, bu matematik hiç şaşmıyor genelde. Öyle bir hikaye işte Mildred ve Edmund’unki de.

Mildred’i başta oldukça hedefine kitlenmiş, ciddi, gözü kara görüyoruz. İnsanlarla olan ilişkileri arttıkça da aslında ne kadar kırılgan, hassas, merhametli olabildiğini. Ratched dizisinde iyi-kötü arasında keskin bir çizgi yok. Artık senaryoların çoğunda bu çizginin git gide silikleştiğini görüyoruz zaten (olması gerektiği gibi). Aslında düşününce gayet ürkütücü, psikopat bir karakter Mildred. Dizide çoğu kişi öyle zaten (Sharon Stone’un karakteri ve oğlu Henry neydi öyle?). Mildred, katil kardeşini idamdan kurtarmak amacıyla büyük bir soğukkanlılıkla geldiği kasabadan başka bir Mildred olarak çıkıyor. Edmund’a verdiği şansların çarçur edilmesi de bunu etkilese de, orada tanıştığı Gwen’in de payı büyük bu değişimde. Yıllardır ördüğü duvarlarını Gwen için yıkan Mildred, uzunca süren yalnızlığından kendisinin de beklemediği bir şekilde Gwen sayesinde kurtuluyor. Edmund ise Mildred kadar kolay kurtulamıyor bu olaylardan ama yine de bir şekilde kurtuluyor. Edmund caniliğin vücut bulmuş hali olsa da onun da ablasıyla ve hemşire Dolly olan sahnelerinde sevilmeye ne kadar aç olduğunu görüyoruz.

Hadi tüm bu psikolojik rahatsızlığı olan arkadaşları geçelim, hastalar üzerinde eğitimli kişiler tarafından uygulanan saçma ve korkunç tedavi yöntemlerine ne demeli? Nostalji uzaktan hoş geliyor işte, milenyum çağını pek beğenmiyoruz da en azından bilim, teknoloji, tıp bir yerlere geldi de böyle korkunç “tedavileri” geride bıraktık. Yani, çoğunlukla…

-Spoiler-

FATMA

Özgür Önürme'nin kaleminden çıkan ve de Özer Feyzioğlu yönetmenliğinde çekilen Fatma, bir yandan insanın karnına ağrılar sokarken diğer yandan akıcı kurgusuyla bizi rahatsız edici dünyasına çekiveriyor. Birkaç aydır "kayıp" olan kocasını arayan Fatma'nın hikayesini anlatıyor dizimiz. Burcu Biricik'in nefis bir şekilde hayat verdiği Fatma, kocası Zafer'i bulmaya çalışırken kendisini onun tekinsiz çevresinde bulan bir temizlikçi. Aynı zamanda acılı bir anne olan Fatma, bulaştığı bu insanların arasında sakin kalamıyor ve beklenmedik bir şekilde cinayet işliyor. Bu işi ne kadar kolay yapabildiğine kendisi de şaşırıyor ve toplumdaki "görünmezliği" sayesinde paçayı kurtarıyor. Biz de kendi halindeki bu kadının ani ve de hızlı seyreden karanlık dönüşümüne tanık oluyoruz. Dizi kesinlikle çok sürükleyici. Bir çırpıda bitiveriyor. Tekrarlanan ve de yürek dağlayan flashback sahneleriyle ya da dram vurgusuyla bazen temposu düşse de genel olarak sıkılmadan bitirdim diyebilirim. Kadının toplumda aslında hiç olmayan, sadece yakını olan bir erkek üzerinden tanımlanan yerini görüyoruz Fatma'yla. Özellikle "görünmezlik" vurgusu üzerinden anlatılan ve de beklenmedik yerlere çıkan bir kadının hikayesi de diyebiliriz.

Fatma'nın, yukarıdaki bahsettiğim "kadın draması" yoğunluğu, bitmek bilmeyen cinsiyetçi aşağılamaları beni pek yakalayamadı, etkileyemedi. İçim daraldı, Fatma gibi çıldırmama ramak kaldı. Çünkü zaten gündelik hayatımızın her bir yanına bu zorbalığın sinmesi yetmezmiş gibi bir de her gün farklı bir kanalda aynı trajedinin "farklı" anlatılarına maruz kalıyoruz. Sanki bir kadının hikayesine kulak vermemiz için illa başından travmatik bir olay geçmesi gerekiyormuş gibi. Bu durum bana "bu sorunlu, dramatik hikayeleri anlatıp onlara dikkat çekiyoruz" amacından ziyade dram sömürüsü (özellikle kadın dramı) gibi geliyor. Kadınlar her gün bu ülkede öldürülüyor, tecavüze uğruyor, günlük hayatın her yerinde eziliyor. Bununla "savaşmak" adına bu rezalet istatistiği bir de ekranlarda görmemiz bu duruma "pozitif" bir şekilde dikkat çekmiyor aksine kanıksamamıza neden oluyor.

-Spoiler-

Peki ben neden bu duruma bu kadar yükseldim, çünkü Fatma'nın hikayesi de temelde bu bahsettiğim dramlardan farksız değil. Çıkış noktası yine ezilen, istismara uğrayan, bir erkeğin "malı" olarak görülen bir kadının hikayesi. Ama Fatma, bunları yaşayan çoğu kadın gibi sakinliğini koruyamıyor bir noktadan sonra ve de bir seri katile dönüşüyor. İlk cinayetini işlediğine kendisi bile inanamıyor, çünkü o da tıpkı herkes gibi ezik, sinmiş, görünmez görüyor kendisini. Fatma'nın hikayesini bu kadar sürükleyici yapan unsur ise tabii ki seri cinayetler oluyor. Acaba başına neler gelecek, yakalanacak mı, nasıl yakalanacak soruları sayesinde merakla izletiyor kendisini. Ve tüm dizi boyunca deli divane aradığı kocasını da, öğrendiği sırlar ve de cinayetler sonucu geldiği ruhsal durum sebebiyle tek kalemde siliyor. Yani en başta yapması gerekeni en sonda yapıyor.

Dizinin ilk sezonunun finali Fatma'nın intihar girişimiyle bitiyor. Ama tabi ölmüyor, ikinci sezona bir açık kapı bırakılıyor. Acıların kadını Fatma'mıza daha farklı bir son yazılmasını isterdim. Bir de daha kurnaz ve de şaşırtıcı birine dönüşmeye başlamasını. Finalde de, ilk bölümdeki Fatma'dan bir farkı yok çünkü, sadece "katil" sıfatını ekleniyor adının başına. Yine başına gelenler için, oğlunun ölümü için kendini suçlayan bir kadın yani. Son olarak da dizideki yazar karakterine fazla önem verilmediğini düşünüyorum. Bence yazdığı hikayenin Fatma'yla özdeş ilerlemesi doğru bir karar ama biraz silik kalmış. Daha içli dışlı ilerleselerdi hikayeye daha çok derinlik katabilirdi. İkinci sezonun (gelirse) türünün dramdan ziyade suça doğru yönelmesini umarak da yazımı bitiriyorum.

-Spoiler-

 

NORMAL PEOPLE

“Drawn Together, Driven Apart”

Hulu ve BBC Three ortak yapımı olan 12 bölümlük mini dizi Normal People’ı karantinanın başlarında bitirivermiştim. Colin ve Marianne isimli “sıradan” liselilerin hikayesini anlatıyor. Sıradan tabii ki bizim sıradanımız değil. İrlanda’nın küçük bir kasabasında aynı liseye giden bu ikili arasındaki basit ilişki zamanla dallanıp budaklanıyor, karmaşık bir hâl alıyor. Karakterlerin doğallığı, ilişkilerinin çıkmaz sokakları ve mekan seçimleri diziyi bambaşka bir yere taşımış. Sonuçta, Connel ve Marianne’nin yalnızlık, sevgi, belirsizlik, hüzün dolu ilişkilerine akıcı bir olay örgüsüyle tanık oluyoruz. Başrollerimiz Paul Mescal ve Daisy Edgar-Jones’ın uyumunu da çok sevdiğimi söyleyebilirim.

-Spoiler-

Dizide garip bir şekilde karakterlere hem gıcık oldum hem de sevdim. Colin ve Marianne’nin herkes gibi hata yapan kişiler olması belki de dizinin bu kadar beğenilmesini sağlamıştır bilemiyorum. Ortada apaçık duran duygularını ısrarla birbirlerine açmamaları, açtıktan sonra bile bir türlü ilişkiyi olduramamaları beni ekran başında çıldırtsa da izlemekten alamadım kendimi. Hem yaşayanlara hem de ekran başındaki bizlere türlü işkenceler çektiren bir ilişki onlarınki; sevgi dolu ama çaresiz.

Colin’in annesiyle olan ilişkisi, annesinin anlayışlılığı ne kadar hoşsa Marianne ve tuhaf ailesi de bir o kadar rahatsız ediciydi. Marianne’nin abisinden gördüğü fiziksel+psikolojik şiddetle tek başına başa çıkma çabası, ailesinin yanındaki çaresizliği insanın yüreğini acıtan cinstendi. Colin’in yanındaki dinginliği ve huzuru da özenilesiydi. Sürekli gereksiz üçüncü kişilerle bölünüp duran Colin-Marianne ilişkisi zaman zaman sinir bozsa da birbirlerine duydukları bitmek bilmeyen aşklarından etkilenmemek elde değil. Daha güzel bir sonu ve mutluluğu hak ediyordunuz canlarım.

-Spoiler-

 

RAGNAROK

“This Is Where It All Begins”

Netflix’in ilk Norveç dizisi olan Ragnarok, adını İskandinav mitolojisinde kıyamet anlamına gelen Ragnarok’tan alıyor. Eski halk kaynaklarından derlenen ve 13. YY’da Snorri Sturluson’un Nesir Edda’sında bahsedilmiş bu kavramdan. İsmini de büyük ihtimalle Nesir Edda’dan alan Edda kasabasında geçiyor dizimiz. Norveç’in muhteşem karlı doğa manzaralarıyla sık sık bayram ediyor gözlerimiz. Kasabaya abisi ve annesiyle yeni taşınan Magna (David Stakston) karakterimiz başrolde. Edda’ya geldikten sonra başına garip olaylar gelmeye başlıyor Magna’nın. Kasabanın en köklü ve zengin ailelerinden birinin radarına giren Magna, neye dönüştüğünün farkında olmadan (Thor) bu ailenin en büyük düşmanı oluyor. Dizi ayrıca cli-fiction olarak bilinen doğal afet ve iklim değişiklerinin sonuçlarını konu alan fantastik kurgu türünde. İskandinav ülkelerinin ve de dünyamızın en büyük sorunlarından olan küresel ısınma sebepli buzulların erimesine dikkat çekiyor dizi. Çekimleri ise Norveç’in Odda kasabasında yapılmış.

-Spoiler-

Norveç doğasına olan zaafım nedeniyle dizide kayboldum, öncelikle onu söyleyeyim. E Thor’u da severim. Öyle olunca nerdeyse tek seferde izledim 6 bölümü birden.

Sevmediğim noktalar da vardı ama. Loki’yi temsil eden karakter ancak bu kadar itici olabilirdi. Eee sonuçta bizim için Loki, Tom Hiddleston ile hayatımıza girince aklımızda daha sempatik bir yer edindi. O nedenle Laurits sahnelerini izlemek benim için zor oldu biraz. Dizide Loki dışında başka rahatsız edici bir şey daha vardı ama onu tam çözemedim. Çözersem buraya eklerim sonra.

Görsel efektleri çok fazla abartmadan (sanırım bütçe sıkıntısından), onlara çok bel bağlamadan bir hikaye oluşturmaya çalıştıkları çok belliydi. Çünkü ha şimdi büyük bir olay oldu olacak diye diye dizi bitti. İskandinav mitolojisini sevenlere yine kendini izletir ama ilgi duymayanları sıkabilir o açıdan. Ayrıca İskandinav kadınlarının güzelliği nedir öyle? İkinci sezonu merakla bekliyorum.

-Spoiler-

 

THE UNDOING

"Nothing Stays Hidden"

Big Little Liesin yazarı David E. Kelleyin, Jean Hanff Korelitzin You Should Have Known isimli romandan uyarladığı The Undoing dizisi bir mini dizi. Nicole Kidmanın ise hem başrolde olduğu hem yapımcılığını üstlendiği ikinci HBO dizisi. Kidman’a Hugh Grant eşlik ediyor. The Undoing'de başarılı bir psikiyatrist olan Grace ve onkolog kocası Jonathan'ın, her şey harikaymış gibi görünen evliliklerinin ve hayatlarının nasıl birden altüst olduğunu görüyoruz. Aniden kendisini, oğlunun okulundaki bir veli olan Elena Alves'in cinayet soruşturmasının ortasında buluyor Grace. Daha yeni tanıştığı bu kadının aslında hayatını geri dönülmez biçimde değiştireceğinden habersiz tabi. Bu soruşturma ile birlikte 14 yıllık kocasının yıllardır kendisinden sakladığı sırlarını öğreniyor. Sonunda ise cinayet soruşturması çözülüyor. Elena Alves’i kimin öldürdüğünü öğreniyoruz. 6 bölümlük, kaliteli oyuncularla dolu bu mini diziye bir bakın derim.

-Spoiler-

İlk 3 bölümle kafamızı allak bullak ediyor, hepimizi şüpheye düşürüyor ve merakımızı canlı tutuyor Undoing. Elena ve Grace arasında bir şeyler mi olacak diye beklerken, sinsi Jonathan’ın ve melankolik Elena’nın uzun zamandır birlikte olduklarını öğreniyoruz; şok 1. Daha sonra Grace’in, cinayet mahallinin yakınlarındaki gizemli yürüyüşünden ve şaşkınlığından sonra acaba Grace mi yaptı diye düşündürüyor ki; şok 2. Jonathan’ın kız kardeşinin ölümüne neden olan olayı bir köpekle değiştirip anlatması psikopatlığı; şok 3. Ve son olarak da cinayet silahının Henry’de bulunması; şok 4. Uzun zamandır bir diziyi hafta hafta takip etmemiştim, hayatımda bir hareket bir farklılık oldu (yok canım ne ağlaması, iyiyim).

Grace'in sırf oğlunun babasının itibarı zedelenmesin, hapse girmesin diye Jonathan'la el ele mahkeme salonuna yürüdüğü sahnelerde aşırı rahatsız oldum. Grace gibi zeki bir kadının, yıllardır aldatıldığını öğrenmesine rağmen hala Jonathan'a inanmasına anlam veremedim. Aşk işte. En başta yapması gereken şeyi en sonda yaptı ama neyse. Ortalarda temposu düşse de final bölümünü güzel bağladılar, sıkmadılar. Başından beri Jonathan’a hiç güvenmediğim için hep onun yaptığını düşündüm, sadece nasıl öğreneceğimizi merakla bekledim. Jonathan lehine bu kadar delil olmasına rağmen başka biri çıksaydı gereksiz bir ters köşe olurdu diye düşünüyorum. Ayrıca yanarım yanarım Jonathan’ın kefaret parasına yanarım. Ah Grace çarçur ettin valla babanın paracıklarını. Sonda ise, köprüden atlamayacak kadar narsist olduğu imajı çizilmişti dizi boyunca ama yine de bir acaba diye düşündürmedi değil.

-Spoiler-

 

THE QUEEN'S GAMBIT

Duymayan kalmış mıdır bilmem bu diziyi. Netflix’in en çok izlenen dizisi oldu kısa sürede, başrol Anya bile şaşırdı bu işe. The Queen’s Gambit bir satranç dehası olan Beth Harmon’un hikayesini anlatıyor. Annesini bir trafik kazasında kaybeden Beth’in yolu daha küçücükken yetimhaneye düşüyor. Buradaki bir hademeden satrancı öğreniyor Beth ve bu işte oldukça yetenekli olduğu ortaya çıkıyor. Satranç hakkında okumadığı kitap, yenmediği rakip kalmıyor; ta ki büyükler ligine gidene kadar. Beth’in kendi zamanında satranç turnuvalarının tozunu attıran tek kadın oyuncu olarak tüm rakiplerine kafa tutmasını, satrançla birlikte hayatı da öğrenmesini izliyoruz. Oyuncu kadrosunda Anya Taylor-Joy , Marielle Heller , Thomas Brodie-Sangster gibi isimler var.

-Spoiler-

Bir satranç sever olarak satranç hakkında hiçbir şey bilmediğimi öğrendim, teşekkürler Beth. Bir derya deniz olan satranç oyununa ilgi duymayanları bile satranca özendirdiyse iyi bir dizidir diye düşünüyorum. Dünya çapında satranç takımı satışları patlamış diziden sonra. Neyse, yavaş bir bölümle başlayan Queen’s Gambit, Beth ve satrancın buluşmasıyla tempo kazanmaya başlıyor. Beth’in çocukluğunu, yetimhaneye adaptasyonu sırasında bir bağımlılık edinmesini, Jolene’le olan dostluğunu çok güzel işlemişler. Ben, Beth’in çocukluğunu canlandıran oyuncunun (Isla Johnston) başarılı performansı ve sempatikliği için keşke biraz daha çocukluğunu gösterselerdi dedim. Daha sonra yerine yine hayran olduğum başka bir yetenek, Anya geldi. Beth’in oyun sırasındaki duygu değişikliklerini çok güzel yansıtmış. Satrancı bilmeyen biri bile oyunun kimin lehine/aleyhine döndüğünü anlayabildi sayesinde. Annesiyle olan tatlı ilişkisi ne kadar içimi ısıttıysa, annesini kaybettikten sonraki yalnızlığı da bir o kadar acıttı. Yalnızlığını gidermeye çalıştığı kişilerle istediği şekilde bağ kuramayan Beth’in zamanla dibe çekildiği gördük. Yetimhaneden ayrıldığından beri gözümün hep kendisini aradığı Jolene’in, Beth’in en yıkık olduğu zamanda çıkagelmesi de güzeldi.

Bir ara Benny ile olan ilişkisinde gereksiz aşk üçgenlerine falan girecekler diye korktum ama neyse ki öyle olmadı. Beth’in aşk hayatını çok karıştırmadan ilerlemelerine memnun oldum. Çünkü her ne kadar Beth’in satranç kariyerindeki yolculuğunu izliyoruz gibi görünse de aslında Beth’in kendini bulmasını, kim olduğunu ve potansiyelini keşfetmesini, yalnızlıkla olan bitmez bilmez mücadelesini izledik. Gerçekten odaklandığında ve kendini verdiğinde neler başarabildiğini gördük. Dizinin 60’larda geçmesi de kesinlikle çekiciliğini arttırdığını söyleyebilirim.

-Spoiler-

 

THE HAUNTING OF BLY MANOR

The Haunting of Hill House’ı bayılarak izlemiştim. Yazısı da burada okumak isteyenler için. Yine Mike Flanagan tarafından çekilen bir diğer Haunting mini dizisi Bly Manor ise Hill House beklentisinin altında kaldı diyebilirim. Bly Manor’da yine bir romandan uyarlama bu arada. Henry James’in 1898’de yazdığı The Turn of the Screw adlı romanından uyarlanan bu mini dizi 9 bölümlük. Bly malikanesindeki iki kardeşe bakmak için çocukların amcası tarafından işe alınan Dani’yi ve malikanede yaşanmış/yaşanan olayları anlatıyor. Dani, Amerika’dan gelen genç bir öğretmen. Ve oradan ta Londra’ya kaçmasının bir nedeni var. Geçmişinin hayaletlerinden kaçan Dani, başta malikaneyi sevse de burada yaşanan birtakım paranormal olaylar ve çocukların tuhaf davranışları sebebiyle bir türlü rahat yüzü görmüyor diyebiliriz. Yaşanan her doğaüstü olay ve orada yaşamış herkesin hikayesi yine dizinin sonlarına doğru yavaş yavaş ortaya çıkıyor tabi. Evde çalışan başka kişiler de var Dani’nin yanı sıra. Amelia Eve, T’nia Miller, Rahul Kohli gibi başarılı oyuncuların hayat verdiği bu her bir karakteri de tanıyoruz akışla birlikte. Çocuk oyuncular Amelia Bea Smith ve Benjamin Evan Ainsworth yine hikayede büyük bir rol oynuyorlar. Zaman zaman Hill House’a yaptığı göndermelerle gönlümü alan Bly Manor, sabırlı izleyicilere istediğini veren bir gerilim/dram dizisi olmuş diyebilirim.

-Spoiler-

Bly Manor, sakin başlayıp ortalarda zaman zaman sıkan son iki bölümle güzel toparlayan bir dizi olmuş. Rebecca ve Peter’ın hikayesi arada beni baydı valla. Peter ve Rebecca’nın toksik ilişkilerini izlerken Hannah gibiydim. Ara ara dalıp gittiğim oldu. Peter’ı o kadar çok boğazlayasım geldi ki The Lady in the Lake geldiğinde itiraf edeyim içimin yağları eridi. Yine kurtulamadık Peter’dan orası ayrı ama neyse. Peter ve hastalıklı fikirlerinin üzerine Dani ve Jaime’nin tatlı ve hiç yormayan ilişkileri ilaç gibi geldi. Jaime’nin Dani’yle olan ilişkisini anlatırken seçtiği cümlelere kalbimi bıraktım. Ta ilk karşılaşmalarında birbirlerini tanıyormuş gibi hisseden Dani ve Jaime’nin aşk hikayesi kesinlikle Flora’nın da dediği gibi tüm hayalet hikayelerini geçmeyi başardı. Victoria ve Amelia’nın kimyası da acayip tutmuş bu arada.

Hannah’ın hikayesi ise en hüzünlü ve dramatik hikayelerden biriydi. Hannah’ın gerçeği bu kadar uzun süre yok sayması, Owen’la olan anılarına tutunması, yaşadığı kafa karışıklığının sık sık gösterilmesi güzeldi ama bence gereksiz uzundu. Mike Flanagan, Hill House’da yaptığı gibi ilgiyi ve merakı uzun süre canlı tutmak istemiş ama Hill House’daki kadar başarılı olamamış. 7-8 bölümlük bir mini dizi olsaydı çok daha seveceğimi düşünüyorum. Yine de başarılı bir dram/gerilim dizisi olmuş tabi.

-Spoiler-

THE WILDS

 

11 Aralık’ta Amazon Prime’de yayınlanan The Wilds, yayınlandıktan kısa süre sonra 2. sezon onayını aldı bile. 10 bölümlük ilk sezonunda bir uçak kazası sonucu ıssız bir adaya düşen bir grup genç kadını anlatıyor bize. Issız adaya düşmelerinin aslında bir tesadüf ya da kaza olmadığını öğreniyoruz kısa sürede. Adada her şeyden bihaber bir şekilde hayatta kalma mücadelesine başlıyorlar bu genç kadınlar. Farklı hayatlardan ve geçmişlerden gelen ama birçok ortak acısı, yarası, sorunu olan bu insanların hayatta kalabilmek uğruna nasıl bir araya geldiklerini, birbirlerini tanımaya başladıklarını izliyoruz. Ara ara bu kadınların geçmişlerine de göz atıyoruz. Hayatta kalma fikrine odaklanan kaliteli dizi/filmleri severek izleyen biri olarak heyecanla izledim The Wilds’ı. Biraz Lost biraz The Hunger Games tadı aldım. Mantık hataları ve bazı tutarsızlıklar da yok değil ama yine de sevebileceğinizi tahmin ediyorum, bir bakın derim.

 

 

UNORTHODOX

Unorthodox, Ortodoks’luğun uç bir sınırında olan Sarmar Yahudi cemaatinde yetişen genç bir kadının, Esty’nin hikayesini anlatıyor. Esty, yine bu inanca sahip Yanky ile evlendiriliyor. Bu cemaatte, kadınların kendi hayatları üzerinde pek bir söz hakkı yok. Ve yine evli çiftlerin evlilik hayatlarını aileler biliyor, onların da gizli saklı hiçbir şeyleri yok. 20 yaşında bir insan için oldukça bunaltıcı yani. İşte Esty bu duruma daha fazla katlanamayıp Berlin’e kaçmaya karar veriyor. Buraya gidebilmeyi başaran Esty, yeni kıyafetlerle yeni bir hayata başlıyor. Esty’nin Berlin’de verdiği mücadele ve kendini keşfetme hikayesi anlatılıyor bu mini dizide. 4 bölümlük, insanı sıkmadan biten, gerçek bir hayat hikayesinden esinlenen Unothodox’u tavsiye ederim herkese.

-Spoiler-

Yine, yeni, yeniden her dinin aşırı kesimlerinin ne kadar yobaz olabildiğini gördüm. Yine anlam veremedim bu aşırılığa. Esty’nin düştüğü her rahatsız edici durumda ben ondan daha çok fenalaştım. Saçını kazıttığı sahnede, hiç tanımadığı bir kadının karşısında çırılçıplak soyunduğu sahnede, Yanky’yle olan yatak sahnelerinde falan başıma ağrılar girdi. Dünyanın neresinden olursa olsun kimse, üzerinde böyle bir baskıyla yaşamamalı. Bunların hemen ardından Berlin’deki hayata geçince “oh be özgürlük” demiştir herhalde herkes.

Esty’nin, Berlin’deki konservatuar okuyan arkadaş grubuna hemencecik dahil olması, sıkı fıkı olmaları falan biraz abartıydı tabi ama 4 bölüm olunca biraz da hızlı olmalıydı bazı şeyler. Hep hayalimdir bir Avrupa şehrinde güzel sanatlar okumak. O nedenle Berlin’deki bu arkadaşlara oldukça imrendim. Belki o kısımları da abartıdır yani bilemiyorum, hiç Almanya’da konservatuar okuyan biriyle tanışmadım. Ama pandeminin ortasında öyle bir hayattan kesitler izlemek, onun hayalini kurmak bile iyi geldi diyebilirim. Esty’nin alışık olduğu fikirlerden, hayattan, yaşam tarzından her ne kadar rahatsız olsa da onları kolay kolay bırakamamasını çok güzel bir alışkanlık tasviriydi. Yani o güvenli alanından çıkmak zor geldi başlarda. Sonunda ise Esty’nin hem kendisinin hem de cemaatinin parmaklıklarından kurtulduğunu gördük. Yanky’e de başlarda gıcık olmuş olsam da onun da bu hapishanedeki başka bir mahkum olduğunu anlamamız çok sürmedi. Sonuçta, kısmen de olsa özgürlüklerine kavuşmaları mutlu bir sondu diyebilirim.

-Spoiler-

 

STATELESS

Geçen sene Cate Blachett ve Yvonne Strahovski’nin aynı dizide oynayacağı haberini okuyunca merakla bekledim Stateless’i. 2020’nin Mart ayında Avustralya’da, Temmuz’da ise Netflix’de yayınlandı. Beklentimi tam olarak karşılayamadı ama yine de ortalamanın üstünde bir iş olmuş bence. Neyse, gelelim konusuna. Avustralya’da, kaçak gelen göçmenlerin tutulduğu bir kampta geçiyor hikaye. Burada bir süre bekletilen bu insanlar ara ara değerlendirmeye alınıyor. Kimine Avustralya’da yaşama izni veriliyor kimi ise ülkesine geri gönderiliyor. Bu kampta, Yvonne Strahovski’nin canlandırdığı Sofie isimli Avustralya vatandaşı da var. Bir kabin memuru olan Sofie, yanlış kişilere güveniyor. Dans tutkusunu ve duygusal boşluğunu istismar eden bir çift, Sofie’ye bir takım travmalar yaşatıyor. Bu travmalar sonucu kimse tarafından tanınmak istemeyen ve korkan Sofie, bir yanlış anlaşılma ile kendini bu kampta buluyor. Sofie’yi merkeze alan Stateless, birçok göçmen hayatını da anlatıyor. Vatansızlığın, kimsesizliğin, çaresizliğin tüm insanların ortak acısı olabileceğini buram buram hissediyorsunuz. Gerçek bir hikayeden ilham alınarak yazıldığını da söyleyeyim.

-Spoiler-

Son yılların en büyük insanlık sorunlarından biri olan göçmenlik konusunda bir şeyler izlemek beni hep rahatsız etmiştir. Bize hiç de uzak olmayan bir konu malum. Elimizde olmayan bir şekilde dünyanın herhangi bir ülkesine doğuyoruz ve, ya refah dolu bir hayat yaşıyoruz ya da acı dolu. Afganistan’da doğan Ameer, Avustralya’da doğan aşağılık bir adam olan Gordon’dan daha fazla mücadele vermek zorunda mesela. Saçma ve adaletsiz.

Sofie’nin, maruz kaldığı istismardan sonra yaşadığı acılar, psikolojik çöküşler, paranoyalar Strahovski tarafından harika canlandırılmış. Annesi tarafından zaten yeterince aşağılanan Sofie, kendini yapayalnız hissediyor. Bu nedenle kendinden vazgeçiyor. Kendi söylediği yalana inanmak gerçeklerle ve travmalarla yüzleşmekten daha kolay geliyor. Sofie, Cornelia Rau isimli bir kadının gerçek hikayesinden ilham alınarak yazılmış. 2004 yılında 10 ay boyunca yanlışlıkla bir gözaltı merkezinde tutulmuş Rau. Avustralya’da oturumu olan aslen ise Alman olan Rau’nun şizofreni ve bipolar bozukluk teşhisleri varmış. Bu nedenle bu yanlış anlaşılma uzamış da uzamış.

6 bölümlük bu mini dizinin eleştirilecek yerleri olsa da hak ettiği değeri görmediği düşüncesindeyim. Küçükten büyüğe tüm oyuncular gayet başarılıydı.

-Spoiler-

DEAD TO ME

 

Liz Feldman'ın yaratıcısı olduğu, kara komedi türündeki Dead to Me'nin başrollerinde Christina Applegate ve Linda Cardellini var. Dizinin bu kadar beğenilmesinde bu yetenekli ikilinin uyumunun ve komediye olan yatkınlıklarının payı oldukça büyük. Dizimiz, kocasını bir vurkaç olayı sonucu kaybeden Jen'in adalet arayışını anlatıyor. Bu talihsiz olay sonucu iki ergen oğluyla kalakalan, acılı ve öfkeli Jen, kocasının katilini bulmayı kafasına koyuyor. Kaybıyla başa çıkabilmek için katıldığı bir yas grubunda tanıştığı Judy ise bu süreçte kendisinin en büyük destekçisi oluyor. Ama... Judy, Jen'den korkunç bir sır saklıyor aslında. Zaten dizi ilk sezon sırtını bu büyük sırra yaslıyor, ikinci sezona kadar tedirgin bir şekilde Jen'in bu sırı ne zaman öğreneceğini bekliyoruz. İkinci sezonda ise bu eğlenceli ikilimizin başka maceralara atılıyorlar birlikte. İlk sezonunu bir çırpıda, çok severek izlemiştim. İkinci sezonda ize bazen sıkıldığım, "yok artık" dediğim yerler oldu maalesef. Absürdliğin dozu biraz kaçtı çünkü. Sonuç olarak çerezlik, eğlendiren bir dizi Dead to Me.

-Spoiler-

Judy'e başlarda aşırı gıcık olsam da sonradan Jen gibi acıyıp bağrıma bastım. Ama hâlâ kendisinden çekiniyorum, cinnet geçirip herkesi tarayacak gibi bir hava var o ponçik görünüşünün ardında. Jen'in, herkese bam bam ağzının payını vermesiyle ve insanlarını terslemesiyle de çok eğleniyorum. Genel olarak bu ikiliyi izlemeyi seviyorum yani. İlk sezonda Jen'in, kocasının öldüren kişinin yanı başındaki dostu Judy olduğunu nasıl öğreneceğini merakla beklemiştim. Bence ilk sezonun bu gerilimli hikayesi çok sürükleyiciydi. İkinci sezon ilk sezona göre epey mantık hatasıyla dolu. İlk sezonda ellerindeki büyük kozu güzel kullanmış senaristler ama ikinci sezona başlarken pek parlak bir fikir gelmemiş akıllarına, belli.

İkinci sezonun en beğendiğim yanı ise Judy ve Jen'in gelişen dostluğuydu. "Daha önce hiç bahsedilmemiş, yan bir karakterin aniden ortaya çıkan ikizi" gibi epey klişe bir fikir üzerinden yürümeleri biraz sinirimi bozsa da, izlemekten kendimi alamadım. Bakalım üçüncü sezonda nasıl bir yol izleyecekler, merakla bekliyorum. Ya iyice dibe batacaklar ya da güzel bir senaryoyla tekrar ilgileri üzerine çekecekler...

-Spoiler-