BLONDE
ADI : Blonde
OYUNCULAR : Ana de Armas, Julianne Nicholson, Adrien Brody
YAPIM YILI : 2022
TÜR : Dram, Biyografi
KİMLER İÇİN : "Marilyn Monroe olsun taştan olsun" diyen, onun travmalarının ağırlaştırılmış versiyonunu izlemeye kalbi dayanan sinema ve de Ana de Armas severlere tavsiye edilir.
PUANIM : 5.5/10
Marilyn Monroe'nun Zalimce "Kurgulanan" Travmaları: Blonde Film İncelemesi
Yaşadığı süre boyunca tam anlamıyla hiçbir zaman anlaşılamayan, popüler kültürün en kalıcı simgelerinden biri ve de başımızın tacı olan Marilyn Monroe’u, Ana de Armas’la ve kurgusal bir senaryoyla ekrana taşıyan Blonde filmi sonunda Netflix semalarında göründü. Üç saate yakın süresinin ardından başından karmakarışık hislerle, midemde yarattığı çeşitli hareketliliklerle ve Ana de Armas’a bir Oscar heykelciği verme isteğiyle kalktım. Blonde, kendine çizdiği yolda Monroe’un hayatına dair pek çok gerçeğin içinden kara kara tüneller kazarak ilerliyor ve bunu olabilecek en acımasız şekillerden biriyle yapıyor. Monroe’ya bir gram huzur vermediği gibi bize de çoğu yerde senaryonun “kurgusal” olduğunu unutturuyor.
Marilyn Monroe dediğimizde aklımıza genelde onun ikonik pozları, kısa ömrüne sığdırdığı büyük kariyeri ya da “gizemli” ölümünün ardından ortada dolaşan söylentiler geliyor olabilir. Ama elbette ne Monroe ne de başka bir yıldız isim sadece bunlarla ya da arkasından konuşulanlarla anılamaz, anılmamalı. Sonuna ünlem(ler) koymamak için kendimizi zor tuttuğum bu atarlı girişimn bir sebebi var elbette; baştan tavrımızı koyalım önce. Gerek MM gerek Prenses Diana gibi özellikle kadınlarca “örnek” olarak görülen ama hayatlarındaki erkekler tarafından kötü muameleye maruz kalan isimlerin özel hayatlarının, “hassas” kişiliklerinin ya da travmalarının defalarca kez (yanlış şekillerde) ekranlara malzeme olmasından çok sıkılmadık mı? Yaşadıkları süre boyunca da sık sık basının yakın takibiyle hayatı zindan edilmiş, cinsiyetçiliğin dik alasıyla karşı karşıya kalmış bu isimler için “bırakınız bari hatıraları huzura ersin be kardeşim” diyor ve buradan Blonde’a bağlanıyoruz. Blonde, bu isyandan kurgusal oluşuyla biraz da olsa ayrışabilir belki ama yine de filmin Monroe gibi bir ismin hatırasını taşımanın ağırlığı altında ezildiğini ve onun travmalarından fazlasıyla faydalandığını söylemek mümkün. Hatırlayın, Ana de Armas çekimlere başlamadan önce Monroe’nun mezarına gidip ondan izin istediklerini ve çekimler boyunca onun hayaletini yanı başında hissettiğini bile söylemişti. Ama tabi basın gösterimlerinde de gerek Ana gerekse filmin yönetmeni Andrew Dominik filmin “kurgusal” olduğunun üzerinde ısrarla durmuşlardı. Hatta Andrew “seyirciler filmden hoşlanmadıysa bu onların sorunu” diye çıkışmıştı bir röportajında. Onun için bu konuda Blonde’ı tam olarak nereye koyacağımız konusunda benim de kafam biraz karışıktı.
Andrew Dominik, Joyce Carol Oates’in romanından uyarladığı bu iç karartıcı filminde fona psikolojik gerilimi yerleştiriyor, Monroe’yu gerçek adı olan Norma Jeane’den ayrıştırıyor ve onun “baba” travmalarını fazla eril bir perspektiften ekrana taşıyor. Venedik Film Festivali’nden 14 dakikalık alkış ve tezahüratlarla uğurlanan Ana de Armas ise baştan uca Monroe olmayı kafasına koymuş; onun naif kişiliğini büyük bir ustalıkla giyiniyor ve yeteneğinden bir an bile şüphe ettirmiyor. Ana’yı Monroe olarak izlemek çok keyifli olsa da senaryonun ağırlığı gereği filmi izlemek pek kolay olmuyor. Bundan birkaç ay önce yine Netflix’de yayınlanan The Mystery of Marilyn Monroe: The Unheard Tapes belgeselinde, Monroe’nun ölümü üzerine uzun yıllar araştırma yapan yazar Anthony Summers’ın arşivinden çıkan röportajları dinleme fırsatı bulmuştuk. Burada dinlediğimiz kayıtlarda Summers’ın Monroe hakkında sorular sorduğu birçok insan vardı; çalıştığı yönetmenler, kuaförleri, arkadaşları, merhum psikiyatristinin ailesi gibi. Bu insanların çoğunun kendisi hakkında söylediklerini duyduğumuzda da tıpkı Blonde’da olduğu gibi kahrolmaktan kendimizi alamadık çünkü aslında Monroe’nun hayatı boyunca hiç anlaşılmadığı gerçeğine bir kez daha şahit olmuştuk. MM hakkında konuşan kadınlar ondan zekasını överek ve de ne kadar nezaket dolu olduğunu hatırlatarak bahsederken özellikle de hayatındaki erkekler sık sık onun psikolojik sorunlarından dem vuruyor mesela. Çünkü Marilyn, hem çocukluğunda hem de çok severek başladığı oyunculuk kariyerinde yani erkek egemen film endüstrisinde, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi çeşitli tacizlere, tecavüzlere maruz kalıyor. Her geçen yıl geliştirdiği yeteneği göz ardı ediliyor ve onunla ilgili her şey, yaşarken sadece fiziksel özelliklerine; öldükten sonra ise kullandığı ilaçlara indirgeniyor. Mesela Monroe’nun, The Asphalt Jungle ve The Misfits’de beraber çalıştığı John Hausten’a Monroe hakkındaki ilk izlenimi sorulduğunda kullandığı kelimelerden biri “fresh” oluyor; “çok tazeydi, çok alımlı ve güzel bir kızdı” diyor. Aslına bakarsanız Blonde filminin de MM hakkında söyledikleri bu yüzeysellikten öteye geçemiyor. Filmde Marilyn’le ilgili “kurgulanan” şeyler onun seks hayatı, travmaları ya da birtakım “daddy issues” klişeleri oluyor. Bu durumda koca bir “of” çekmekten kendimi alamıyor ve Blonde’ın detaylarına dalıyorum artık.
Buradan sonrası spoiler içeriyor…
Blonde, adından da anlayabileceğimiz gibi Monroe’nun “sarışın bomba” ya da “seks bombası” şeklinde algılanma meselesini bazı gerçeklere dayandırdığı kurgusal bir senaryoyla anlatıyor. Başta Monroe’nun yani Norma Jeane’in çocukluğuna uzanıp gerçekten de şizofreni teşhisiyle hastaneye yatırılan annesi Gladys Pearl Baker’la tanışıyoruz. Tabi pek sevimli bir tanışma olmuyor bu; artık kontrol edemediği hastalığı nedeniyle kendisinin ve kızının hayatını tehlikeye atan bir Gladys izliyoruz. Gladys kızına ortalarda olmayan babası hakkında pek bir şey söylemese de onun bir fotoğrafını gösteriyor ve bir suret kazandırdığı babasının hayaletini istemeden de olsa Norma’nın üzerine salmış oluyor. Norma annesinin yokluğunda bir süre onun arkadaşında kalıyor ve Monroe’nun röportajlarında “oradan oraya savruldum” şeklinde bahsettiği ve bu savrulmalar sırasında birçok defa tacize, istismara maruz kaldığı kısımlar Andrew’in Blonde’unda yer almıyor. Yaklaşık on yıllık zaman atlamasının ardından oyunculuk seçmeleri için ajanslara başvuran ve seçmelere giden bir Norma geliyor karşımıza. Daha gittiği ilk seçmede tecavüze uğruyor, dergi kapaklarına taşınma bahanesiyle çıplak fotoğrafları çekiliyor, sektördeki kodamanlarca bir seks objesi olarak “pazarlanıyor”; sonuçta Gentlemen Prefers Blondes! Bu ortamlarda akıl sağlığını korumaya çalışırken hayatına giren Cass ve Eddy Chaplin’le kendisini ilk defa iyi hissettiği üçlü ve karmaşık bir ilişkiye başlıyor. Bu arada siz sormadan söyleyeyim, bu ilişki filmin kurgusal parçalarından biri… Neyse, Norma’nın bu ilişkisi kariyerinde yükselişe geçtiği bir zamanda yaşanırken kendisine seçtiği isimle yani Marilyn Monroe ile çatışmalarının da başladığına şahit oluyoruz artık. İlk hamileliğini ve kürtajını yaşadığını bu sıralarda artık kafasındaki anne-babasının seslerini de daha fazla susturamıyor. Bu arada filmdeki kanlı ve zorunlu kürtaj(lar) hem MM hem bizim için rüyalarımıza girecek korkutucu birer “body-horror” unsuru olarak resmediliyor ve açıkça kötüleniyor. Anne karnındaki CGI’li bebekler ve malum kürtaj anlarıyla her şey gibi bu konuyu da elinden geldiğince dramatikleştiriyor Dominik.
Monroe, evlensin ya da evlenmesin, hayatına aldığı her erkeği bir “baba figürü”ne dönüştürüyor ve gerçek yüzlerini görmeden önce güvendiği bu adamlar karşısında ilgi ve sevgi bekleyen bir küçük kıza dönüşüyor. Yukarıda bahsettiğim “daddy issues” klişelerine bolca maruz kaldığımız bu kısımlarda Monroe’nun her şeyi; travmaları, aşağılık kompleksi, erkeklerden gördüğü kötülükleri sineye çekmesi gibi durumlar yine hayatında olmayan bir başka erkeğin yani babasının yokluğuna dayandırılıyor. MM’nin hayatındaki erkekler onun için böylesine önemli konumlara yerleştirilirken, ona zarar vermeye çalışan annesi dışında yakınında herhangi bir kadının olmaması da tadımızı kaçırıyor tabi.
Marilyn’in art niyetli insanların elinde bir koza dönüşen travmalarına devamlı bir yenisi ekleniyor ve bu durum onun defalarca kez aşağılanmasına, tacize ve şiddete uğramasına ses çıkarmamasına neden oluyor. Blonde, kurgusal Marilyn portresini bu açıdan zalimce ve detaylıca çizerken kariyerindeki önemli adımlarını bir enstantane misali geçiyor. Ayrıca Blonde’un, Adrien Brody’nin nefis bir şekilde hayat verdiği Arthur Miller’ın Monroe ile olan beş yıllık ilişkisini de Miller’a neredeyse toz kondurmayarak anlatması da dikkat çekiyor (evet, filmin kurgu olduğunu hatırlamalıyız) Gerçekte, MM ile tanıştığı sıralarda evli olan Miller eşinden boşanıp MM ile evleniyor. Monroe ve Miller kısa bir süre sonra bir çocuk sahibi olmak istiyorlar ama MM Some Like It Like filminde iken bir düşük yaşıyor ve ikilinin arası açılmaya başlıyor. Sonra MM bir gün Miller’ın çalışma masasında kendisinden “o da tıpkı eski karım gibi kaltağın teki” şeklinde bahsettiği notlar görüyor ve ondan ayrılıyor. Neyse, konu MM olunca gördüğünüz gibi herhangi bir şeyden kısaca bahsedip geçmek pek içime sinmiyor ve bu paragraf da uzadıkça uzuyor…
Sonuçta “her zaman göz önündeydi ama hiçbir zaman görülmedi” sloganı ile yayınlanan ve “tamamen MM’nin duygularıyla ilgili” olduğu söylenilen Blonde bu konuda vaatlerinin altını dolduramıyor. Hatta bu vaadinin aksi yönde koşarak ilerliyor ve MM’yi travmalarını bir “işkence pornosu”na çeviriyor. Çünkü gerçekten izlediğimiz her şey tam olarak MM’nin etrafındaki erkekler tarafından nasıl görüldüğüyle ve bu algının ona nasıl zarar verdiğiyle ilgili. Kendisinin düşüncelerine ya da hissettiklerine şahit olduğumuz anlar filmin kasvetinden ne duyuluyor ne görünüyor. Bir de Andrew’in bu “kurgusal” filminde aslında MM’nin maruz kaldığı ya da kaldığı iddia edilen birçok kötülüğü böylesine kazıması da filmi gereğinden fazla rahatsız edici kılıyor tabi. Artık ağlamaktan göz pınarları kuruyan, maruz kaldığı kötü muameleyi sineye çeken ve de kim olduğunu bir türlü bulamayan bir kadın olarak izlediğimiz bu kurgusal MM’yle bir bağ kurmamızı sağlayan en büyük etken ise Ana de Armas oyunculuğu oluyor. Armas, belki de hayatının performanslarından birini sergiliyor Blonde’da ve çoğu anda ürkütücü derecede MM’nin kopyası oluyor. Filmin ardından kendimizi toparlayabildiğimizde ise zihnimizde yanıp sönen görüntülerin arasında Marilyn’in verdiği ve Ana’nın da titizlikle taklit ettiği meşhur pozları birbirine karışıyor. Ve bir kez daha, bu pozlardan bize gülümseyen Marilyn’in hala “görülemediği” gerçeği canımızı acıtıyor.