Adam McKay'in yazıp yönettiği karak komedi türündeki Don't Look Up'ın kadrosu ışıl ışıl; Jennifer Lawrance, Leonardo DiCaprio, Meryl Streep, Cate Blanchett ve nicesi.
Astrofizik alanın doktora yapan Kate Dibiasky bir gün daha önce hiç görülmemiş, Everest büyüklüğünde bir kuyruklu yıldız keşfediyor. Bu keşfi Dr. Randall Mindy tarafından başta coşkuyla karşılansa da bu kuyruklu yıldızın Dünya'ya son sürat yaklaştığını ve çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu hesapladıklarında işler karışıyor. Mindy bu keşiflerini hemen yetkililere bildiriyor ve ikili kendilerini aniden ABD başkanının odasında buluveriyor. Ama işler hiç de umdukları gibi gitmiyor ve koskoca kuyruklu yıldızın Dünya'ya çarpacak olması kimsenin umrunda olmuyor. Siyaset, para ve güç savaşlarıyla bir hayli meşgul olan insanlar Dünya'nın sonunu ıskalıyorlar.
Jennifer Lawrance'yi 2 yılın ardından yeniden ekranlarda gördüğüm için mutlu oldum, kendisini özlemişim. Özellike Meryl Streep'in canlandırdığı President ile olan sahnelerinde eğlendim diyebilirim. Kadronun kalanı da başta DiCaprio olmak üzere elbette yine kendilerine hayran bırakıyorlar, filmi çok daha izlenesi yapıyorlar. McKay "İnsanların başlarına küresel bir felaketin geleceğine asla inanmamaları fikri en tuhaf fikirlerden değil. Ama ben buna kara komedi diyorum." diyerek yola çıktığı filminde insanların bir felaket karşısında gösterdikleri umursamazlık ve cehaleti başarıyla ekrana taşımış. Yalnız bu umursamazlık bir yerden sonra bize de bulaşıyor ve biz de Kate'i ya da Mindy'i ciddiye almakta zorlanıyoruz. 2 saati aşkın süresiyle "çerezlik" olarak nitelendirmesi zor bir film olan Don't Look Up, etkileyici ya da düşündürücü olma konusunda zayıf kalıyor sanki. Evet, ironisiyle çok güzel noktalara parmak basıyor ama bunu o kadar da etkileyici bir biçimde yapmıyor. Mizah konuna gelirsek de... Eh işte. Yıldız kadrosu filmin bu kısmını da nispeten yükseltmiş tabi. Ama bu kadar yıldıza rağmen film boyunca bana hep bir şeyler eksikmiş gibi geldi, bir türlü kendimi kaptıramadım filme.
-Spoiler-
ABD'de yapılmış ve ABD halkıyla bir güzel dalga geçen filmlerin samimiyeti elbette sorgulanmaya açık. Üstelik arada yine Rusya'ı ya da Çin'i de "eziklemeyi" es geçmemişler. İnsanların küresel felaketler karşısında gösterdiği umursamazlık elbette sadece belli bir halka özgü bir şey değil, buna zaten pandemide hepimiz şahit olduk. Ama sanki Dünya'nın tek kurtarıcısı sadece ABD olabilirmiş gibi davranılması sadece ABD'ye özgü bir şey... Trump dönemine büyük atıflar yaptıkları President'larıyla, mitingleriyle, sloganlarıyla iticilikte sınırları zorlamışlar. Elbette tüm bunlar ironik bir şekilde ele alınmıştı ama sanırım benim tüm bu siyasi oyunların ne ironisini ne parodisini ne de gerçeğini izlemeye artık tahammülüm kalmamış. BENİ AÇMIYOR.
Komedi kısmında dediğim gibi Lawrance-Streep paslaşmalarını izlemek çok zevkliydi. İkilinin her sahnesinde gülümsedim nerdeyse. Ama beni en fazla güldüren detay Kate'in durup durup General'e takmasıydı. Oscar'lı DiCaprio ise yine rolünde döktürüyor elbette. Kendisinin iklim krizi konusunda gösterdiği duyarlılığı hatırlarsak bir gün gerçekten ekranlarda Mindy gibi çıldırması yakındır.
Sonuç olarak öyle aman aman bayılmadığım, süresini fazla uzun bulduğum, bazen de kahkaha attığım bir filmdi benim için Don't Look Up. Bolca zamanınız varsa, izlemenizi tavsiye ederim tabi.
-Spoiler-
Lana Wachowski'nin ilk defa kardeşi Lilly'siz yazdığı/yönettiği Matrix serisinin 4. filmi The Matrix Ressurrections'ta başroller yine, yeniden Keanu Reeves ve Carrie-Anne Moss'a emanet. İkiliye ise Sense8 dizisinin kadrosu eşlik ediyor diyebiliriz. Azıcık daha zorlasalar Sense8 ve Matrix cross over'ı olurmuş.
-Spoiler-
Sevgili Lana'cım Wachowski'm, seni çok severim ama neden böylesine zorlama bir devam filmi çektiğini de çok merak ederim. Şu filmin ilk yarısına orijinal bir giriş hikayesi yazsaydın ve de Matrix adını hiç karıştırmadan yeni bir seri hediye etseydin ya bize, ne güzel olurdu...
Filmi diğer Matrix filmleriyle beraber düşününce hiç beğenmiyorum, onlardan bağımsız düşününce fena bulmuyorum. Gerek Reeves&Moss ikilisi gerekse Sense8 kadrosundaki oyuncular sebebiyle karmakarışık duygularla izledim filmi. Bir yanım "anksiyeteye iyi gelen nostalji"ye kapılırken diğer yanım "burada sence de biraz saçmalamamışlar mı" diyordu.
Neo tüm film boyunca Scarlett Witch gibi oradan oraya güç topları atarken, koruma kalkanları yaparken Trinity'in uyanır uyanmaz uçması...
Yeni Morpheus'ın epik Morpheus'umuzun repliklerini BLA BLA şeklinde geçiştirmesi ve renkli gömlekleri...
Efsanevi Ajan Smith-Mr. Anderson ilişkisinin Tom-Smith olarak laubali bir hale getirilmesi ve sonuçta neredeyse ittifaka bağlanması...
Filmdeki herkesin Neo'ya tıpkı bizim gibi bir film yıldızı muamalesi yapması ve Neo'nun Keanu'ya dönmesi...
Neo&Trinity kavuşmasında ellerinden IŞIKLAR çıkması...
Gibi detayları tadımı kaçırdı ne yalan söyleyeyim. Son sahnede Trinity'nin de artık bir The One oluşu beni biraz heyecanlandırsa da o eski Matrix ruhunu yakalayamadım. Filmi beklentisiz bir şekilde izlerseniz nostaljik kısmından puan toplayabilir belki sizin için ama öbür türlüsü hayal kırıklığı yaşatır benden söylemesi.
-Spoiler-
Pelin Esmer'in hem yönettiği hem de Barış Bıçakçı ile birlikte senaryosunu yazdığı nefis bir film İşe Yarar Bir Şey. Hani gece çıktığımız şehirler arası yolculuklarda, yakınından geçtiğimiz evlerin yanan ışıklarına bakıp orada yaşayan insanlar hakkında hayallere dalıp gideriz ya. İşte tam olarak bu hissin filmini yapmışlar diyebilirim.
Başrolümüz Leyla ile birlikte bir gece süren bir tren yolculuğu yapıyoruz. Leyla'nın bu yolculuğa keyfi çıktığı çok belli; telaşsız, acelesiz, sakin kendisi. Ve dolayısıyla yolculuğunun her bir anının tadını çıkarıyor, penceresinden gördüğü insan manzaralarına dalıp gidiyor. Oldukça keskin bir gözlem yeteneği olduğunu anladığımız bu kendi halindeki yolcumuz, birkaç sefer denk geldiği genç, telaşlı hemşire Canan ile sohbeti ilerletiyor. Bir derdi olduğunu kısa bir süre sonra anladığımız Canan'a yardım etmekten kendini alamayan Leyla, hiç beklemediği bir anda kendisini koca bir vicdan muhasebesinin içinde buluyor. Sonlara doğru tempo kazanan bu kaliteli anlatı, usul usul veda ediyor bize ve arkasında belirsiz, ucu açık hisler bırakıyor. Film, derdini tasasını o kadar sade anlatıyor ki bu gerçeklikten etkilenmemek, atmosferine kapılmamak çok zor. Başak Köklükaya, Öykü Karayel, Yiğit Özşener ise şahane oyunculuklarıyla filmin var olan potansiyelini çook yukarılara taşımışlar diyebilirim. Şiddetle tavsiye edilir.
-Spoiler-
Filmi iki kez izledim. İlk izlediğimde resmen kendimi o tren yolculuğuna çıkmış bir yolcu olarak hissettim ve eve kapanıp kaldığımız bu günlerde bana o kadar iyi geldi ki. Hele o özlediğimiz eski Türkiye'den kalan detayları görünce hem mutlu oldum hem de büyük bir hüzünle doldum. Neyse, ikinci izleyişimde ise hikayeye bir kez daha vuruldum. Leyla'nın o kendinden emin, sakin, özgüvenli tavırlarını ve de Canan'ın o ürkek, korkmuş, endişeli hallerini anbean tekrar yaşadım. Film, gerçekten hiç beklemediğim bir yere bağlandı ve ben çok sevdim bu beklenmedik "sürpriz"i.
Kendimi, içinde bulunduğu fiziksel şartlar yüzünden ölmek isteyen ama hayatla bağlantısını bir türlü koparamayan, o küçük penceresinden özlemini çektiği dünyaya doymaya çalışan Yavuz'un yerine koydum sık sık. Benim de bir yanım gitmek bir yanım kalmak istedi. Canan ve Leyla'yla empati kurmaya çalışmak ise en az Yavuz kadar yürek sıkıştıran cinstendi. Bir yanda böyle karmaşık, yoğun duygular yaşarken diğer yandan da filmin gerçekçiliğiyle, Leyla'nın şahane, sorgulatıcı replikleriyle hayat buldum. Nihayetinde, son zamanlarda izlediğim en iyi filmler arasına yazdım İşe Yarar Bir Şey'i.
-Spoiler-
Makedonya'da yaşayan ve eski usul bal üreticiliği yapan Hatidce (ya da Hatice) Muradova'nın hayatına yakından bakan büyüleyici bir belgesel Honeyland. Hatice, aslında Konya'dan göçmüş bir Yörük ama kendisini 'eski Türk' olarak görüyormuş. Bu nedenle hep ana dili olan Türkçe'yi konuşuyor, yani belgeselin neredeyse tamamı Türkçe diyebilirim. Artık eşine çok az rastladığımız has eski Türklerden olan Hatice, ıssızlığın ortasında, elektriksiz, susuz tek göz odalı evlerinde yatalak ve tek gözü görmeyen annesi Nazife Hanımla birlikte yaşayan ve de geçimini yabani arıcılıktan sağlayan orta yaşlı bir kadın. Bu kendi halindeki ailenin yanına hayvancılıkla uğraşan başka bir göçebe Türk aile taşınıyor. Başta komşuları olduğu için, yalnız olmadıkları için sevinen Hatice onlarla olabildiğince samimi biri ilişki kuruyor. Ama bu aile Hatice'nin hayatını maalesef olumsuz bir yönde değiştirip, kendisini rahatsız ediyorlar. Bir yanda komşuların bu hoyrat, sinir bozucu tavırlarını bir yandan da Hatice'nin doğaya, annesine, kediye, köpeğe, çocuğa karşı şefkat dolu tavırlarını görünce farkı çok net anlıyor, "insanlık" konusunda derin sorgulamalar girişiyorsunuz.
Filmin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubo Stefanov, kısa bir doğa belgesi çekmek üzere çıktıkları bir Kuzey Makedonya gezilerinde karşılaştıkları bir bal kovanı vasıtasıyla Hatice'yle tanışmışlar. Hatice'nin Avrupa'da yaşayan son kadın yaban arısı yetiştiricisi ve yabani bal üreticisi olduğunu öğrendikten sonra kısa doğa belgeseli çekmekten vazgeçip bu hayranlık duyulası kadının hayatını belgelemek istemişler. 3 sene boyunca süren çekimler sonucunda ise böyle şahane bir başyapıt çıkmış ortaya. Ve ilginç bir bilgi daha, belgeseli çekerken Hatice'nin dediklerini hiç anlamadan çekmişler. Hatice, nerdeyse hep Türkçe konuştuğu için ve çekim ekibinden kimse Türkçe bilmediği için, belgeselin düzenlemesini tamamen rastgele, mimiklere ve tavırlara göre yapmışlar. Bir çevirmen yardımıyla konuşulanları çevirince de aslında ne kadar altı dolu sohbetler olduğunu ve verdikleri mesajları görüp şaşırmışlar. Bu durum benim biraz canımı sıktı ama neyse...
Bu bahsettiğim rastgele çekilme meselesine rağmen, bu kadar çok duyguyu bu kadar sınırlı şartlarla anlatabildiği/yaşatabildiği için Honeyland'ı çok sevdim. Bana birçok duyguyu peş peşe yaşattı; ağlattı, güldürdü, uzun uzun düşündürdü. Hatice ve annesinin arasındaki her diyalogda istemsizce gözümden yaşlar süzüldü ama bir yandan da içim sıcacık oldu. Hatice'nin komşularına ise içimden çok şey söyledim, spoiler kısmında da söyleyeceğim. Sonuç olarak, hem ekolojik dengenin olmazsa olmazları arılarla ilgili hem de "insan olma" ile ilgili çok şey öğrenebileceğiniz bu güzide belgeseli şiddetle tavsiye ediyorum ve kesinlikle ıskalanmaması gereken bir yapım olarak görüyorum.
Not: Belgesel Oscar'dan hem Uluslararası Film hem de belgesel kategorisinde aday olan ilk filmmiş. Ve Oscar'dan eli boş dönse de birçok festivalden ödül toplamış. Yapım ekibi Hatice'ye, "eğer film başarılı olursa sana bir ev alacağız" demişler ve bu sözlerini tutmuşlar. Hatice şu anda, daha merkezi bir yerde ve elektriği, suyu olan bir evde yaşıyor.
-Spoiler-
Ah Hatice ah! Sendeki koca yüreğin binde birine bile ne çok hasret kaldık. Pişmanlıklarını, acılarını, sitemlerini, sevinçlerini ta kalbimde hissettim ve ona sımsıkı sarılmak istedim. Annesiyle olan o merhamet, sabır ve sevgi dolu ilişkileri gerçekten içimi ısıttı. O tek göz odadan taşan o kadar çok duygu vardı ki. Annesine, arılara, kedilere, çocuklara, dağa, taşa yani ulaşabildiği her canlıya/cansıza cömertçe sevgisini, merhametini veren bu kadından çok şey öğrendim ama bir yandan da kendimden utandım. Bence çoğumuz da utanmalıyız zaten, o gudubet komşular utanır mı, sanmam... Geçimini sağladığı ve üstelik istese çok daha fazla para kazanabileceği balların yarısını "bize nasıl yemek lazımsa onlara da lazım" diyerek arılara bırakan bu güzel insan uzun süre hatırımda olacak.
Ve gelelim huzurumuzu kaçıran komşu aileye. O nasıl bir hırstır, nefrettir, hoyratlıktır. Çocuklarına şiddet uygulayan ve onları sürekli istismar eden evin babası, çocuk sahibi olma nedenini açıkça söylüyor zaten; onlar bize lazım. Dünyaya onlara hizmetçilik yapsın diye bir can getiren biri dolayısıyla doğaya da insana da saygılı değil. Ama çalışma sebebine gelince de "çocukların geleceği için çalışıyorum", yersek. Neyse, daha fazla sinirlerimizi bozmayalım. Kendi beceriksizlikleri yüzünden gözlerini "yarısı bana yarısı sana" diyen, kimsesiz bir kadının ekmeğine göz diken bu aileyi gerekli derslerimizi alarak unutalım gitsin. Biz, Hatice'nin radyoda çeken bir kanal bulduğundaki gözlerinin ışıltısını, annesinin verdiği o güzel öpücükleri düşünüp umudumuzu kaybetmeyelim.
Honeyland'ı izleyen herkes, doğaya büyük saygı duyan ve kendisinin de tıpkı arılar, kediler yani diğer hayvanlar gibi bir can olduğunu bilen ve ona göre davranan Hatice'yle, istilacı ve kendini diğer canlardan üstün gören göçmen aile arasındaki farkı çok net görmüştür herhalde. Bu duygu yüklü belgeselin bana verdiği en büyük faydası belki de nasıl bir insan olmak istemediğimi hatırlatmak oldu. O göçmen aileye hiçbir şekilde benzemek istemiyorum, ki bence azıcık vicdanı olan kimse istemez. Dünyada daha fazla Hatice gibi insanlar olması dileğiyle de bu kısmı bitiriyorum.
-Spoiler-
Kendilerine has, gerçekçi anlatılarıyla takdir toplayan Dardenne kardeşlerin yazıp yönettiği The Unknown Girl'in başrolünde son yıllarda adını sık duyduğumuz Fransız aktris Adele Haenel var. Zaten Haenel'in de oyunculuğu oldukça gerçekçi bulunuyor, tencere kapak diyebiliriz bu eşleşmeye. Fransa'da küçük bir klinikte çalışan Jenny isimli bir doktorun gündelik hayatına konuk oluyoruz filmimizde. Kendisine eşlik eden stajyeri Julien'e mesleği öğretiyor Jenny. Bir gece, mesai saatinden sonra çalan kapıyı açıp açmama konusunda Julien'le ters düşüyorlar. Julien açma taraftarıyken Jenny ona izin vermiyor. Ertesi gün, kapıyı çalan kadının o gece ölü bulunduğunu ve kimliğinin bilinmediğini öğreniyorlar. Haliyle Jenny suçlu hissediyor ve bir türlü bu meçhul kızı aklından çıkaramıyor. Bu suçluluk duygusu tam anlamıyla Jenny'i yiyip bitiriyor ve kendince bir soruşturmaya girişiyor. Biz de, bu meçhul kızın kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü Jenny ile birlikte öğrenmeye çalışıyoruz. Dardenne kardeşlerin o meşhur sahiciliği ilk andan itibaren bizi esir alıyor. Gerçekten de Fransa'da birkaç saatliğine doktorluk yapmış kadar oldum ve tabii ki Haenel'in oyunculuğuna yine hayran kaldım. Yüksek tempolu bir film değil, usul usul ilerliyor. Herkese göre olmayabilir o açıdan.
-Spoiler-
Meçhul kızın ölüm sebebinin ne olduğunu az çok tahmin etmiştim ama Jenny'nin çocuk hastasıyla olan bağlantısını etmemiştim. Hele babasıyla ilgili olabileceğini hiç düşünmemiştim. Jenny'nin sürekli saçma sapan insanlar tarafından eften püften sebepler yüzünden hırpalanmasına çıldırdım, sağlıkta şiddetin ne kadar yaygın olduğu gerçeğini yeniden hatırladım. Başlarına gelen en ufak sağlık sorununda koştukları insanları ne de güzel pataklıyorlar işlerine gelmeyince. Şiddetin her türlüsünde nefret ediyorum, görmeye bile tahammül edemiyorum...
Neyse, filme dönelim. Aslında çok fazla spoiler yorumu yazılabilecek bir film değil. Sadece dediğim gibi sonunu tahmin etmiyordum ama beni tatmin etti. Yani, kendi halindeki bir insanın anlık bir göz dönmesiyle neler yapabileceği, vicdan muhasebesi, ahlakın ne kadar evrensel bir kavram olduğunu üzerine kafa patlattığımız bir fainel izledik. Kurgu olarak da yanlış/mantıksız yerlere çekilmeden, bazen de ince ince sarsarak son buldu. Adele Haenel, sen bir harikasın, iyi ki varsın diyerek bitireyim bu kısmı da.
-Spoiler-