Dizi Film Reçeteleri

house of the dragon

ADI : House of the Dragon
OYUNCULAR : Emma D'Arcy, Milly Alcock, Emily Carey, Olivia Cooke, Matt Smith, Paddy Considine, Rhy Ifans, Fabien Frankel
YAPIM YILI : 2022-
TÜR : Fantastik, Dram, Macera, Aksiyon
KİMLER İÇİN : George R.R. Martin'in kaleminden çıkan büyülü dünyada çılgınlıklarıyla nam salmış Targaryen hanesini daha yakından tanımak isteyen Game of Thrones hayranlarına şiddetle önerilir.
PUANIM : 8.5/10

Ejderhaların Dansı'na giriş 101: House of the Dragon ilk sezon

George R.R. Martin’in fantastik evreninde “insanlara nazaran Tanrılara daha yakın” olarak konumladığı Targaryen hanesinin en görkemli zamanlarına ışık tutan House of the Dragon’ın bol entrikalı ilk sezonunun maalesef sonuna geldik. Birbirinden yetenekli geniş kadrosunun hayranlık duyulası paslaşmaları eşliğinde geçen ilk sezonda yeniden Westeros semalarına daldık, en güçlü ejderhalarla tanıştık, bol bol saray dedikodusu yaptık. Hayal kırıklığına uğradığımız anlar da olsa Ejderhaların Dansı’ndan hemen önce Yeşiller’le Siyahlar’ın soğuk savaşını izlemekten hiç sıkılmadık. Emma D’Arcy ile Olivia Cooke’ın viral olan röportajlarını da öyle… Şimdi de Siyahlar giyinerek Black Queen’imin yanındaki yerimi alarak HOTD’nin ilk sezonu hakkındaki düşüncelerimi yazmaya başlıyorum.

Game of Thrones’ı sevmek için herkesin kendince nedenleri vardı; kimimiz paçalarından gurur akan Stark hanesine kimimiz Daenerys’in ejderha kanına kimimiz de bitmek bilmeyen taht çekişmelerine kendini kaptırmıştı. GoT’un tarihe adını “efsane” olarak yazdırması için birkaç sezon yetmişti. Seyircisini ikiye bölen son sezonları ayrı tutarsak, GoT’un neredeyse mükemmel bir dizi olduğu konusunda herkesi ikna edebilirdik. Yalnız GoT’da bir şeyler, birileri (geçtiği dönem sebebiyle) eksikti; Targaryenlar. Bir zamanlar diyarı birbirinden güçlü ejderhalarıyla titreten ve tahtın rakipsiz sahipleri olan bu güçlü hanedanlıktan geriye sadece Daenerys ve Viserys Targaryen kalmıştı, dolayısıyla biz bu haneyi yalnızca anlatılan hikayelerle tanıyabilmiştik. Ve şimdi House of the Dragon’la Targaryenları tanımaya başladıktan sonra, GoT zamanında birkaç tane daha Targaryen olsa her şeyin ne kadar farklı olabileceğini düşünmekten kendimizi alamıyorum… Çünkü HOTD ile gördük ki Targaryenların her biri için anlatılacak çok şey var ve onları böylesine güçlü bir dönemde izlemek aşırı keyifli!

Aman dikkat, spoiler çıkabilir!

Kral I. Viserys’in tahta çıkışıyla başlayan HOTD, her geçen bölüm artan izleyici sayısıyla HBO’da rekordan rekora koşarken Westeros’da da yakında başlayacak iç savaşın temellerini atıyordu. Daha ilk bölümde, kraliçe Aemma’yı kaybedişimizle beraber Viserys de kısa bir süreliğine “erkek çocuk hayaline” veda etmişti. Daha Aemma’nın acısı kalbimizde tazeyken bile konseyde tahtın varisinin kim olması gerektiği konuşuluyordu. Halbuki tahtın varisi olması gereken kişi (kralın ilk çocuğu) bir kadın olduğu için o sırada konseydekilerin şarap kadehlerini dolduruyor, bir köşede onların sözünün bitmesini bekliyordu. Viserys’in o sıralar tek çocuğu olan Rhaenerya, doğuştan gelen bu hakkını almak için babasıyla, konsey üyeleriyle, Westeros’un ataerkil taht kurallarıyla ve de amcası Daemon’la baş etmek zorundaydı. Neyse ki çok geçmeden Viserys varisinin Rhaenarya olduğunu dosta düşmana duyurdu ve bu belirsizliğe son verdi. Yalnız Rhanerya’nın tahta uzanan yolculuğunun önünde, Westeros tarihinde henüz hiçbir kadının tahta çıkamamasının yanı sıra Viserys’in Rhaenarya’nın en yakın arkadaşı Alicent Hightower’la evlenmesi gibi birkaç küçük “pürüz” daha vardı…

İlk beş bölümün odağına genç Rhaenerya ve Alicent’in yakın arkadaştan üvey anne-kıza evrilen ilişkisini koydu HOTD. Etrafı güç sarhoşu/meraklısı erkekler ve onların hırslarıyla çevrili olan bu iki genç kadının birbirlerine tutunacak bir dal olduklarını gördük önce. Rhaenerya çoğu kişinin onaylamadığı bir varis olduğu ve de bu düzene tek başına kafa tuttuğu zamanlar Alicent’in desteğiyle güç bulurken; Alicent de Rhaenerya’nın bu güçlü kişiliğinden ve dostluğundan besleniyordu. Her şeyden öte, bu iki kadın da birbirlerine gerçekten değer veriyor ve de seviyordu. Daha sonra Rhaenarya, babasının Alicent’le aldığı evlilik kararıyla beraber giderek yalnızlaşmaya başlarken Alicent de aynı şekilde o zamanlar Kral’ın Eli olan babası Otto’nun taht hırslarıyla zehirlenmekle meşguldü. Tabi doğan her çocuğuyla beraber istemeden de olsa Rhaenerya’dan uzaklaşıyordu; çünkü doğan her çocuğu Rhaenerya’nın taht hakkına bir tehditti. Rhanerya’nın Alicent’e kıyasla çok daha fazla olan özgürlük alanı ikilinin arasını giderek açtı ve Otto’nun ektiği nifak tohumları nihayet sonuç vermeye başladı. Kendisinden yaşça epey büyük bir adamla, mutsuz ve zorunlu bir evliliğe hapsolmuş Alicent’in, Rhaenerya’nın Sir Criston Cole ile olan “keyfi” ilişkisini öğrenmesi ikilinin arasındaki ipleri kopardı. Burada küçük bir parantez açmadan geçmeyelim: Young Alicent’e hayat veren Emily Carey, bir röportajında Rhaenerya ile Alicent’in arasında arkadaşlıktan öte bir şeyler olduğunu düşündüğünü söylemişti. Bu karakterlerin yetişkin hallerine hayat veren Emma ve Olivia da benzer şekilde bu ikilinin ilişkisinin arkadaşlıktan çok daha yoğun olduğundan bahsettiler. Onun için Alicent’in, Rhaenerya’nın Sir Criston ile olan ilişkisini gizleyerek hem kendisini kandırdığını hem de aldattığını hissetmesi kuvvetle muhtemel.

Tüm bunlar yaşanırken bir köşede, Matt Smith’in karşı koyulması zor şeytan tüyüyle sinsi sinsi kanımıza giren bir Targaryen vardı; Daemon. George R.R. Martin’in ikinci oğulları ne kadar sevdiğini ve onları çok daha karmaşık yazdığını biliyoruz kitaplarından. Önce Jon Snow, Tyrion Lannister’la şahit olduk buna, şimdi de Larys Strong, Daemon ve Aemond Targaryen yolda. Martin genellikle ilk oğulları çok daha sıradan, olaysız ve de ağır başlı yazarken ikinci oğulların çoğunu nevi şahsına münhasır bir karakter olarak yazmayı seviyor. Daemon’ı da abisinin aksine gözünü hırs bürümüş, korkutucu ve de asi bir küçük kardeş olarak tanıdık başlarda. Yaşadığımız zaman atlamalarıyla beraber giderek sessizleşen, olgunlaşan ve yine de her durumda lafını esirgemeyen bir Daemon gördük. Rhaenerya’yla olan evlilik niyeti de aslında Martin’in hayali evreninde hiç de mantıksız değildi; Targaryenlar zaten “asil” kanlarını korumak için yüzyıllardır ensest evlilikler yapıyordu. Ama Daemon’ın malum sicili, Rhaenerya’nın henüz bir ergen olması gibi nedenler Viserys’in bu evliliğin karşısında durmasına sebep oldu. Böylelikle Rhaenerya da Dameon da evlilik seçeneklerini diyarın bir diğer güçlü hanesinden Velaryonlardan yana kullanıp çoluk çocuğa karıştılar. Rhaenerya, eşcinsel olan kuzeni Laenor’la yaptığı bu evlilikle stratejik açıdan elini güçlendirir ve Laenor’u korurken, çocuklarının babası olarak da Sör Harwin Strong’ı seçti. Çünkü tahtına göz diken Yeşiller’e karşı durabilmesi için daha çok ejderhaya yani çocuğa ihtiyacı olduğunu biliyordu.

Ne demişti Kral Jaehaersy II; “bir Targaryen doğduğunda Tanrılar çocuğun büyük bir kral ya da deli mi olacağına karar vermek için yazı tura atar.” Barışçıl kral Viserys’in delilikle pek bir ilgisi olmadığını gördük ama Alicent’den olan çocukları Aegon ve Aemond hakkında aynı şeyleri söylemek için henüz çok erken. Belli ki Viserys de bizimle benzer şüpheleri taşıyordu ki son nefesine kadar Rhaenerya’nın varisliğini savundu ve ona yapılan suçlamaları defetmek için ta hasta yatağından kalkıp geldi (gözyaşımız pıt) Viserys’in ölümü duyulur duyulmaz Otto ve konseydeki yanlıları ise çoktan tahtı gasp etme planlarına girişmişlerdi. Ve ne yapıp edip çeşitli katakullilerle Aegon’ı tahta oturtmayı başardılar. Hightowerlara odaklanan The Green Council bölümünde, tahta resmen zorla çıkartılan Aegon’ın taraftarlarının daha şimdiden kendi içlerinde bölünmeye başladığına şahit olduk. Alicent babasına ilk defa, o da Rhaenarya’nın canı söz konusu olduğunda şöyle sağlam bir çıkışabildi. Aemond, abisinin tahta çıkmasından memnun olmadığını açıkça belirtti. Otto ise Aegon’ı annesinden önce “kafalama” peşindeydi. Rhaenerys’in süper havalı bir biçimde bastığı taht merasiminin arkasında yaşanan bu fikir ayrılıkları Hightowerlar cephesi için pek de parlak bir gelecek vaat etmiyordu.

Siyahlar’a odaklanan son bölümde ise önümüzdeki sezonu son derece etkileyecek gelişmelere tanık olduk; Lord Corlys’in nihayet Stepstones’dan geri dönüp Rhaenerya’nın yanında yerini alması, Daemon’ın yaşayan en büyük ejderhalardan biri olan Vermithor’ı selamlaması, Rhaenerya’nın Otto’nun anlamsız teklifini reddedip kraliçeliğini ilan etmesi ve müttefik arayışı vesilesiyle Starkların da dahil olduğu yeni hanelerin olaya dahil olması ve elbette iç savaşın ilk kıvılcımı olacak olan, Aemond’un “istemeden” de olsa Prens Lucerys’i öldürmesi olayı. Black Queen’imizle beraber duygudan duyguya koştuk, bitap düştük… Sezona dair en büyük hayal kırıklığım ise bu korkunç iç savaşı birtakım yanlış anlaşılmalar üzerine kurmaları oldu. Alicent’in Viserys’in ölmeden hemen önce bahsettiği Aegon’ı kendi oğlu sanıp birdenbire onu tahta çıkarmak için hırslanması ya da Aemond’ın Lucerys’i yanlışlıkla öldürmesi… Bu yanlış anlaşılmalar yerine Alicent’i de Aemond’ı da direkt olarak “şeytancıl” resmetmiş olsalardı gelecek sezon izleyeceğimiz savaş çok daha anlamlı ve ateşli olabilirdi mesela. Şimdi ise ortaya çıkan tabloda, aslında birbirlerine değer veren ama etrafındaki erkeklerin etkisinde kalmış ve onların yanlış kararlarının bir sonucu olarak birbirlerine düşman kesilen iki kadın görüyoruz. Bu da hikayenin gereğinden fazla dramatik olmasına sebep olurken biz seyircilerin de tarafların savaş motivasyonuna yüklediği saygıyı azaltıyor. Şimdi tüm bu hislerle ve tespitlerle veda ettiğimiz ilk sezonun ardından bizi upuzun iki sene bekliyor. Çünkü ikinci sezonun en erken 2024 ortalarında yayınlanacağı konuşuluyor ve beni de derin efkar basıyor…

Fragman