Dizi Film Reçeteleri

mini film reçeteleri

En güncel film önerileri sizlerle ...
don't look up

DON'T LOOK UP

Tür: Dram, Komedi, Bilim Kurgu
Puanım: 6/10

the matrix ressurrections

THE MATRİX RESURRECTİONS

Tür: Aksiyon, Bilim Kurgu
Puanım: 6.5/10

ise-yarar-bir-sey-kapak

İŞE YARAR BİR ŞEY

Tür: Dram
Puanım: 8/10

dizi-film-onerileri-dizi-film-receteleri-honeyland

Honeyland

Tür: Belgesel, Dram
Puanım: 8/10

I'M THINKING OF ENDING THINGS

I'M THINKING OF ENDING THINGS

Tür: Dram, Gerilim
Puanım: 7.5/10

dizi-film-onerileri-dizi-film-receteleri-the-unknown-girl

THE UNKNOWN GIRL

Tür: Dram, Suç
Puanım: 7.5/10

THE INVISIBLE MAN film kapak fotoğrafı

THE INVISIBLE MAN

Tür: Dram, korku, Gizem
Puanım: 7/10

PALM SPRINGS film kapak fotoğrafı

PALM SPRINGS

Tür: Komedi, Fantastik, Gizem
Puanım: 7/10

THE TRIAL OF THE CHICAGO 7 film kapak fotoğrafı

THE TRIAL OF THE CHICAGO 7​

Tür: Dram, Tarih
Puanım: 8/10

THE DEVIL ALL THE TIME film kapak fotoğrafı

THE DEVIL ALL THE TIME​

Tür:Suç, Dram, Gerilim
Puanım: 8/10

Mini Dizi Reçetlerini Keşfetmek İster misiniz?

DON'T LOOK UP

 

Adam McKay'in yazıp yönettiği karak komedi türündeki Don't Look Up'ın kadrosu ışıl ışıl; Jennifer Lawrance, Leonardo DiCaprio, Meryl Streep, Cate Blanchett ve nicesi.

Astrofizik alanın doktora yapan Kate Dibiasky bir gün daha önce hiç görülmemiş, Everest büyüklüğünde bir kuyruklu yıldız keşfediyor. Bu keşfi Dr. Randall Mindy tarafından başta coşkuyla karşılansa da bu kuyruklu yıldızın Dünya'ya son sürat yaklaştığını ve çarpışmanın kaçınılmaz olduğunu hesapladıklarında işler karışıyor. Mindy bu keşiflerini hemen yetkililere bildiriyor ve ikili kendilerini aniden ABD başkanının odasında buluveriyor.  Ama işler hiç de umdukları gibi gitmiyor ve koskoca kuyruklu yıldızın Dünya'ya çarpacak olması kimsenin umrunda olmuyor. Siyaset, para ve güç savaşlarıyla bir hayli meşgul olan insanlar Dünya'nın sonunu ıskalıyorlar.

Jennifer Lawrance'yi 2 yılın ardından yeniden ekranlarda gördüğüm için mutlu oldum, kendisini özlemişim. Özellike Meryl Streep'in canlandırdığı President ile olan sahnelerinde eğlendim diyebilirim.  Kadronun kalanı da başta DiCaprio olmak üzere elbette yine kendilerine hayran bırakıyorlar, filmi çok daha izlenesi yapıyorlar. McKay "İnsanların başlarına küresel bir felaketin geleceğine asla inanmamaları fikri en tuhaf fikirlerden değil. Ama ben buna kara komedi diyorum." diyerek yola çıktığı filminde insanların bir felaket karşısında gösterdikleri umursamazlık ve cehaleti başarıyla ekrana taşımış. Yalnız bu umursamazlık bir yerden sonra bize de bulaşıyor ve biz de Kate'i ya da Mindy'i ciddiye almakta zorlanıyoruz. 2 saati aşkın süresiyle "çerezlik" olarak nitelendirmesi zor bir film olan Don't Look Up, etkileyici ya da düşündürücü olma konusunda zayıf kalıyor sanki. Evet, ironisiyle çok güzel noktalara parmak basıyor ama bunu o kadar da etkileyici bir biçimde yapmıyor. Mizah konuna gelirsek de... Eh işte. Yıldız kadrosu filmin bu kısmını da nispeten yükseltmiş tabi. Ama bu kadar yıldıza rağmen film boyunca bana hep bir şeyler eksikmiş gibi geldi, bir türlü kendimi kaptıramadım filme.

-Spoiler-

ABD'de yapılmış ve ABD halkıyla bir güzel dalga geçen filmlerin samimiyeti elbette sorgulanmaya açık. Üstelik arada yine Rusya'ı ya da Çin'i de "eziklemeyi" es geçmemişler. İnsanların küresel felaketler karşısında gösterdiği umursamazlık elbette sadece belli bir halka özgü bir şey değil, buna zaten pandemide hepimiz şahit olduk. Ama sanki Dünya'nın tek kurtarıcısı sadece ABD olabilirmiş gibi davranılması sadece ABD'ye özgü bir şey...  Trump dönemine büyük atıflar yaptıkları President'larıyla, mitingleriyle, sloganlarıyla iticilikte sınırları zorlamışlar. Elbette tüm bunlar ironik bir şekilde ele alınmıştı ama sanırım benim tüm bu siyasi oyunların ne ironisini ne parodisini ne de gerçeğini izlemeye artık tahammülüm kalmamış. BENİ AÇMIYOR.

Komedi kısmında dediğim gibi Lawrance-Streep paslaşmalarını izlemek çok zevkliydi. İkilinin her sahnesinde gülümsedim nerdeyse. Ama beni en fazla güldüren detay Kate'in durup durup General'e takmasıydı. Oscar'lı DiCaprio ise yine rolünde döktürüyor elbette. Kendisinin iklim krizi konusunda gösterdiği duyarlılığı hatırlarsak bir gün gerçekten ekranlarda Mindy gibi çıldırması yakındır.

Sonuç olarak öyle aman aman bayılmadığım, süresini fazla uzun bulduğum, bazen de kahkaha attığım bir filmdi benim için Don't Look Up. Bolca zamanınız varsa, izlemenizi tavsiye ederim tabi.

-Spoiler-

 

THE MATRIX RESURRECTIONS

 

Lana Wachowski'nin ilk defa kardeşi Lilly'siz yazdığı/yönettiği Matrix serisinin 4. filmi The Matrix Ressurrections'ta başroller yine, yeniden Keanu Reeves ve Carrie-Anne Moss'a emanet. İkiliye ise Sense8 dizisinin kadrosu eşlik ediyor diyebiliriz. Azıcık daha zorlasalar Sense8 ve Matrix cross over'ı olurmuş.

Bizim izlediğimiz serinin aslında bir video oyunu olarak pazarlandığı bir başka Matrix'de geçiyor film. Bu dünyada Neo da Trinity de mavi hapı içmiş vaziyette. Ama elbette beraber yaşadıkları o anılar öyle bir hapla unutulacak cinsten değil. İkili bir şeylerin ters gittiğini hissediyor ve nihayetinde diğer isyancıların da yardımıyla her şeyi hatırlıyorlar. Elbette bu kadar basit değil konu; Lana sağ olsun yine bizim IQ seviyemizi test ediyor.
Wachowskiler'in "kafada bitirdikleri" ikonik serilerinin devamı Warner Bros'un yıllar süren ısrarıyla geldi aslında. Hatta Warner işi "siz yapmazsanız başkalarına yaptırırız"a kadar götürmüş. Sırasıyla babasını, yakın arkadaşını, annesini kaybeden Lana, favori çifti olan Neo&Trinity ikilisinin yardımıyla bu zor zamanlarını atlattığını söylüyor. Yani başta biraz gönülsüz olsa da sonuç olarak bir win-win durumu söz konusu. Ve Lana bolca (ve SÜREKLİ) göndermede bulunduğu filminde Warner'a laf sokmayı da ihmal etmiyor.
İlk yarısında neredeyse ilk Matrix filminin bir parodisini izliyormuş gibi hissettiren Ressurrections, ikinci yarıda beklenen o piki bir türlü yapamıyor. Sona doğru Trinity'e epey yükselsek de (çünkü yani, Trinity) filmin sonunda ağır basan duygu koca bir deja vu hissi oluyor. Her şeye rağmen Keanu ve Carrie'yi yeniden Neo&Trinity olarak izlemek elbette çok güzeldi. Ama bu filmi öncekilerle karşılaştırmak sizi üzer, söyleyeyim. Yeni bir dünya, yeni bir Matrix. Kötü mü, hayır. Sadece yeni işte. Ben sanki bir Matrix filmi değil de Sense8 izliyormuş gibi hissettim çoğu yerde. O efsanevi Matrix ruhunu, derinliğini hissedemedim; farklı yönlerden gelişmiş ve dönüşmüş bir Matrix vardı bu defa. Ama bana sorarsanız Matrix 4 bir ihtimaldi ve öyle kalsa daha güzeldi. Keşke Matrix 4 yerine yeni bir Wachowski hikayesi izleseydik.

-Spoiler-

Sevgili Lana'cım Wachowski'm, seni çok severim ama neden böylesine zorlama bir devam filmi çektiğini de çok merak ederim. Şu filmin ilk yarısına orijinal bir giriş hikayesi yazsaydın ve de Matrix adını hiç karıştırmadan yeni bir seri hediye etseydin ya bize, ne güzel olurdu...

Filmi diğer Matrix filmleriyle beraber düşününce hiç beğenmiyorum, onlardan bağımsız düşününce fena bulmuyorum. Gerek Reeves&Moss ikilisi gerekse Sense8 kadrosundaki oyuncular sebebiyle karmakarışık duygularla izledim filmi. Bir yanım "anksiyeteye iyi gelen nostalji"ye kapılırken diğer yanım "burada sence de biraz saçmalamamışlar mı" diyordu.

Neo tüm film boyunca Scarlett Witch gibi oradan oraya güç topları atarken, koruma kalkanları yaparken Trinity'in uyanır uyanmaz uçması...

 Yeni Morpheus'ın epik Morpheus'umuzun repliklerini BLA BLA şeklinde geçiştirmesi ve renkli gömlekleri...

Efsanevi Ajan Smith-Mr. Anderson ilişkisinin Tom-Smith olarak laubali bir hale getirilmesi ve sonuçta neredeyse ittifaka bağlanması...

Filmdeki herkesin Neo'ya tıpkı bizim gibi bir film yıldızı muamalesi yapması ve Neo'nun Keanu'ya dönmesi...

Neo&Trinity kavuşmasında ellerinden IŞIKLAR çıkması...

Gibi detayları tadımı kaçırdı ne yalan söyleyeyim. Son sahnede Trinity'nin de artık bir The One oluşu beni biraz heyecanlandırsa da o eski Matrix ruhunu yakalayamadım. Filmi beklentisiz bir şekilde izlerseniz nostaljik kısmından puan toplayabilir belki sizin için ama öbür türlüsü hayal kırıklığı yaşatır benden söylemesi.

-Spoiler-

 

İŞE YARAR BİR ŞEY

 

Pelin Esmer'in hem yönettiği hem de Barış Bıçakçı ile birlikte senaryosunu yazdığı nefis bir film İşe Yarar Bir Şey. Hani gece çıktığımız şehirler arası yolculuklarda, yakınından geçtiğimiz evlerin yanan ışıklarına bakıp orada yaşayan insanlar hakkında hayallere dalıp gideriz ya. İşte tam olarak bu hissin filmini yapmışlar diyebilirim.

Başrolümüz Leyla ile birlikte bir gece süren bir tren yolculuğu yapıyoruz. Leyla'nın bu yolculuğa keyfi çıktığı çok belli; telaşsız, acelesiz, sakin kendisi. Ve dolayısıyla yolculuğunun her bir anının tadını çıkarıyor, penceresinden gördüğü insan manzaralarına dalıp gidiyor. Oldukça keskin bir gözlem yeteneği olduğunu anladığımız bu kendi halindeki yolcumuz, birkaç sefer denk geldiği genç, telaşlı hemşire Canan ile sohbeti ilerletiyor. Bir derdi olduğunu kısa bir süre sonra anladığımız Canan'a yardım etmekten kendini alamayan Leyla, hiç beklemediği bir anda kendisini koca bir vicdan muhasebesinin içinde buluyor. Sonlara doğru tempo kazanan bu kaliteli anlatı, usul usul veda ediyor bize ve arkasında belirsiz, ucu açık hisler bırakıyor. Film, derdini tasasını o kadar sade anlatıyor ki bu gerçeklikten etkilenmemek, atmosferine kapılmamak çok zor. Başak Köklükaya, Öykü Karayel, Yiğit Özşener ise şahane oyunculuklarıyla filmin var olan potansiyelini çook yukarılara taşımışlar diyebilirim. Şiddetle tavsiye edilir.

-Spoiler-

Filmi iki kez izledim. İlk izlediğimde resmen kendimi o tren yolculuğuna çıkmış bir yolcu olarak hissettim ve eve kapanıp kaldığımız bu günlerde bana o kadar iyi geldi ki. Hele o özlediğimiz eski Türkiye'den kalan detayları görünce hem mutlu oldum hem de büyük bir hüzünle doldum. Neyse, ikinci izleyişimde ise hikayeye bir kez daha vuruldum. Leyla'nın o kendinden emin, sakin, özgüvenli tavırlarını ve de Canan'ın o ürkek, korkmuş, endişeli hallerini anbean tekrar yaşadım. Film, gerçekten hiç beklemediğim bir yere bağlandı ve ben çok sevdim bu beklenmedik "sürpriz"i.

Kendimi, içinde bulunduğu fiziksel şartlar yüzünden ölmek isteyen ama hayatla bağlantısını bir türlü koparamayan, o küçük penceresinden özlemini çektiği dünyaya doymaya çalışan Yavuz'un yerine koydum sık sık. Benim de bir yanım gitmek bir yanım kalmak istedi. Canan ve Leyla'yla empati kurmaya çalışmak ise en az Yavuz kadar yürek sıkıştıran cinstendi. Bir yanda böyle karmaşık, yoğun duygular yaşarken diğer yandan da filmin gerçekçiliğiyle, Leyla'nın şahane, sorgulatıcı replikleriyle hayat buldum.  Nihayetinde, son zamanlarda izlediğim en iyi filmler arasına yazdım İşe Yarar Bir Şey'i.

-Spoiler-

 

HONEYLAND

 

Makedonya'da yaşayan ve eski usul bal üreticiliği yapan Hatidce (ya da Hatice) Muradova'nın hayatına yakından bakan büyüleyici bir belgesel Honeyland. Hatice, aslında Konya'dan göçmüş bir Yörük ama kendisini 'eski Türk' olarak görüyormuş. Bu nedenle hep ana dili olan Türkçe'yi konuşuyor, yani belgeselin neredeyse tamamı Türkçe diyebilirim. Artık eşine çok az rastladığımız has eski Türklerden olan Hatice, ıssızlığın ortasında, elektriksiz, susuz tek göz odalı evlerinde yatalak ve tek gözü görmeyen annesi Nazife Hanımla birlikte yaşayan ve de geçimini yabani arıcılıktan sağlayan orta yaşlı bir kadın. Bu kendi halindeki ailenin yanına hayvancılıkla uğraşan başka bir göçebe Türk aile taşınıyor. Başta komşuları olduğu için, yalnız olmadıkları için sevinen Hatice onlarla olabildiğince samimi biri ilişki kuruyor. Ama bu aile Hatice'nin hayatını maalesef olumsuz bir yönde değiştirip, kendisini rahatsız ediyorlar. Bir yanda komşuların bu hoyrat, sinir bozucu tavırlarını bir yandan da Hatice'nin doğaya, annesine, kediye, köpeğe, çocuğa karşı şefkat dolu tavırlarını görünce farkı çok net anlıyor, "insanlık" konusunda derin sorgulamalar girişiyorsunuz.

Filmin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubo Stefanov, kısa bir doğa belgesi çekmek üzere çıktıkları bir Kuzey Makedonya gezilerinde karşılaştıkları bir bal kovanı vasıtasıyla Hatice'yle tanışmışlar.  Hatice'nin Avrupa'da yaşayan son kadın yaban arısı yetiştiricisi ve yabani bal üreticisi olduğunu öğrendikten sonra kısa doğa belgeseli çekmekten vazgeçip bu hayranlık duyulası kadının hayatını belgelemek istemişler. 3 sene boyunca süren çekimler sonucunda ise böyle şahane bir başyapıt çıkmış ortaya. Ve ilginç bir bilgi daha, belgeseli çekerken Hatice'nin dediklerini hiç anlamadan çekmişler. Hatice, nerdeyse hep Türkçe konuştuğu için ve çekim ekibinden kimse Türkçe bilmediği için, belgeselin düzenlemesini tamamen rastgele, mimiklere ve tavırlara göre yapmışlar. Bir çevirmen yardımıyla konuşulanları çevirince de aslında ne kadar altı dolu sohbetler olduğunu ve verdikleri mesajları görüp şaşırmışlar. Bu durum benim biraz canımı sıktı ama neyse...

Bu bahsettiğim rastgele çekilme meselesine rağmen, bu kadar çok duyguyu bu kadar sınırlı şartlarla anlatabildiği/yaşatabildiği için Honeyland'ı çok sevdim. Bana birçok duyguyu peş peşe yaşattı; ağlattı, güldürdü, uzun uzun düşündürdü. Hatice ve annesinin arasındaki her diyalogda istemsizce gözümden yaşlar süzüldü ama bir yandan da içim sıcacık oldu. Hatice'nin komşularına ise içimden çok şey söyledim, spoiler kısmında da söyleyeceğim. Sonuç olarak, hem ekolojik dengenin olmazsa olmazları arılarla ilgili hem de "insan olma" ile ilgili çok şey öğrenebileceğiniz bu güzide belgeseli şiddetle tavsiye ediyorum ve kesinlikle ıskalanmaması gereken bir yapım olarak görüyorum.

Not: Belgesel Oscar'dan hem Uluslararası Film hem de belgesel kategorisinde aday olan ilk filmmiş. Ve Oscar'dan eli boş dönse de birçok festivalden ödül toplamış. Yapım ekibi Hatice'ye, "eğer film başarılı olursa sana bir ev alacağız" demişler ve bu sözlerini tutmuşlar. Hatice şu anda, daha merkezi bir yerde ve elektriği, suyu olan bir evde yaşıyor.

-Spoiler-

Ah Hatice ah! Sendeki koca yüreğin binde birine bile ne çok hasret kaldık. Pişmanlıklarını, acılarını, sitemlerini, sevinçlerini ta kalbimde hissettim ve ona sımsıkı sarılmak istedim. Annesiyle olan o merhamet, sabır ve sevgi dolu ilişkileri gerçekten içimi ısıttı. O tek göz odadan taşan o kadar çok duygu vardı ki. Annesine, arılara, kedilere, çocuklara, dağa, taşa yani ulaşabildiği her canlıya/cansıza cömertçe sevgisini, merhametini veren bu kadından çok şey öğrendim ama bir yandan da kendimden utandım. Bence çoğumuz da utanmalıyız zaten, o gudubet komşular utanır mı, sanmam... Geçimini sağladığı ve üstelik istese çok daha fazla para kazanabileceği balların yarısını  "bize nasıl yemek lazımsa onlara da lazım" diyerek arılara bırakan bu güzel insan uzun süre hatırımda olacak.

Ve gelelim huzurumuzu kaçıran komşu aileye. O nasıl bir hırstır, nefrettir, hoyratlıktır. Çocuklarına şiddet uygulayan ve onları sürekli istismar eden evin babası, çocuk sahibi olma nedenini açıkça söylüyor zaten; onlar bize lazım. Dünyaya onlara hizmetçilik yapsın diye bir can getiren biri dolayısıyla doğaya da insana da saygılı değil. Ama çalışma sebebine gelince de "çocukların geleceği için çalışıyorum", yersek. Neyse, daha fazla sinirlerimizi bozmayalım. Kendi beceriksizlikleri yüzünden gözlerini "yarısı bana yarısı sana" diyen, kimsesiz bir kadının ekmeğine göz diken bu aileyi gerekli derslerimizi alarak unutalım gitsin. Biz, Hatice'nin radyoda çeken bir kanal bulduğundaki gözlerinin ışıltısını, annesinin verdiği o güzel öpücükleri düşünüp umudumuzu kaybetmeyelim.

Honeyland'ı izleyen herkes, doğaya büyük saygı duyan ve kendisinin de tıpkı arılar, kediler yani diğer hayvanlar gibi bir can olduğunu bilen ve ona göre davranan Hatice'yle, istilacı ve kendini diğer canlardan üstün gören göçmen aile arasındaki farkı çok net görmüştür herhalde. Bu duygu yüklü belgeselin bana verdiği en büyük faydası belki de nasıl bir insan olmak istemediğimi hatırlatmak oldu. O göçmen aileye hiçbir şekilde benzemek istemiyorum, ki bence azıcık vicdanı olan kimse istemez. Dünyada daha fazla Hatice gibi insanlar olması dileğiyle de bu kısmı bitiriyorum.

-Spoiler-

 

 

I'M THINKING OF ENDING THINGS

Eternal Sunshine of the Spotless Mind’in yazarı Charlie Kaufman’ın özgün fikirlerinden oluşan bir başka film I’m Thinking of Ending Things. Birçok metafor barındıran, izlerken dümdüz bir bakış açısıyla izlenmemesi gereken, üzerine gerçekten düşünülmüş ve çalışılmış bir film. Lucy ve Jake çiftinin, Jake’in ailesinin evine yaptığı ziyareti anlatıyor gibi görünse de dediğim gibi o işler hiç öyle değil. Zaman zaman insanın aklını allak bullak eden, izlemesi kimilerine göre zor gelebilen detayları okudukça ve öğrendikçe anlam kazanan bir Kaufman eseri. Filmin açılış cümlesi de ismiyle aynı; her şeyi bitirmeyi düşünüyorum. Bu cümle, filmin gerçekten ne anlattığını kavradığımızda çok daha mantıklı gelecek emin olun. Çarpıcı alt metinlerle dolu bir film izlemek isterseniz buyurun tadını çıkartın, yok ben yorulurum gelemem öyle şeylere derseniz bu film sizi açmaz pek. Kadrosu şöyle: Jesse PlemonsJessie BuckleyToni ColletteDavid Thewlis , Guy Boyd.

-Spoiler-

Evet ,gelelim Kaufman’ın aslında ne anlatmaya çalıştığına. Filmde bize, Lucy’nin başrolde olduğu izlenimi verilse de aslında izlediğimiz her şey Jake’in kafasında kurduğu hayallerin, fikirlerin bir yansıması. Jake, bizim filmde zaman zaman gördüğümüz, intihar etmek üzere olan okul hademesi aslında. İntiharından önce kafasında kurduğu bir başka Jake’in dünyasını izliyoruz filmde. İzlerken fark etmişsinizdir, Lucy’nin adı değişiyor ara ara, en sonunda da sadece “genç kadın” oluyor. Lucy hayali biri çünkü, ismi önemli değil.

Jake aslında çok zeki, bilgili, donanımlı bir insan. Çocukluğundan beri fiziğe meraklı, okuduğu kitaplar küçük bir dağ olmuş odasında. Hayali hep fizik dalında başarılı bir bilim insanı olmak (Nobel aldığı sahne en büyük hayallerinden biri) ve tabii ki bir kız arkadaşının olması. Gençliğinde Lucy gibi bir kız arkadaşı olsaydı nasıl olurdu diye düşünüyor hayalinde, sonu yine okulda bitiyor ama. Her ne kadar kafasında kurduğu bir dünya olsa da, aslında oldukça gerçekçi biri Jake. Lucy ile olan ilişkisi bile bitmek üzere mesela, hayalinde bile inanmıyor bir kadının onu gerçekten sevebileceğine. Ya da hayatla, ölümle ilgili olan diyaloglara bakın tekrar, hiçbiri toz pembe değil; hepsi gerçek ve acımasız.

Ailesinin evindeyken, anne-babasının bir genç bir yaşlı olması da Jake’in hipotermi nedeniyle yaşadığı konfüzyonun güzel bir göstergesi. Filmi bu bakış açısıyla izlediğimizde aslında oldukça dolu ve orijinal bir film olduğunu anlıyoruz. Enfes monologları ve diyalogları da Kaufman’ın bizlere bir armağanı.

-Spoiler-

THE UNKNOWN GIRL

 

Kendilerine has, gerçekçi anlatılarıyla takdir toplayan Dardenne kardeşlerin yazıp yönettiği The Unknown Girl'in başrolünde son yıllarda adını sık duyduğumuz Fransız aktris Adele Haenel var. Zaten Haenel'in de oyunculuğu oldukça gerçekçi bulunuyor, tencere kapak diyebiliriz bu eşleşmeye. Fransa'da küçük bir klinikte çalışan Jenny isimli bir doktorun gündelik hayatına konuk oluyoruz filmimizde. Kendisine eşlik eden stajyeri Julien'e mesleği öğretiyor Jenny. Bir gece, mesai saatinden sonra çalan kapıyı açıp açmama konusunda Julien'le ters düşüyorlar. Julien açma taraftarıyken Jenny ona izin vermiyor. Ertesi gün, kapıyı çalan kadının o gece ölü bulunduğunu ve kimliğinin bilinmediğini öğreniyorlar. Haliyle Jenny suçlu hissediyor ve bir türlü bu meçhul kızı aklından çıkaramıyor. Bu suçluluk duygusu tam anlamıyla Jenny'i yiyip bitiriyor ve kendince bir soruşturmaya girişiyor. Biz de, bu meçhul kızın kim olduğunu ve neden öldürüldüğünü Jenny ile birlikte öğrenmeye çalışıyoruz. Dardenne kardeşlerin o meşhur sahiciliği ilk andan itibaren bizi esir alıyor. Gerçekten de Fransa'da birkaç saatliğine doktorluk yapmış kadar oldum ve tabii ki Haenel'in oyunculuğuna yine hayran kaldım. Yüksek tempolu bir film değil, usul usul ilerliyor. Herkese göre olmayabilir o açıdan.

-Spoiler-

Meçhul kızın ölüm sebebinin ne olduğunu az çok tahmin etmiştim ama Jenny'nin çocuk hastasıyla olan bağlantısını etmemiştim. Hele babasıyla ilgili olabileceğini hiç düşünmemiştim. Jenny'nin sürekli saçma sapan insanlar tarafından eften püften sebepler yüzünden hırpalanmasına çıldırdım, sağlıkta şiddetin ne kadar yaygın olduğu gerçeğini yeniden hatırladım. Başlarına gelen en ufak sağlık sorununda koştukları insanları ne de güzel pataklıyorlar işlerine gelmeyince. Şiddetin her türlüsünde nefret ediyorum, görmeye bile tahammül edemiyorum...

Neyse, filme dönelim. Aslında çok fazla spoiler yorumu yazılabilecek bir film değil. Sadece dediğim gibi sonunu tahmin etmiyordum ama beni tatmin etti. Yani, kendi halindeki bir insanın anlık bir göz dönmesiyle neler yapabileceği, vicdan muhasebesi, ahlakın ne kadar evrensel bir kavram olduğunu üzerine kafa patlattığımız bir fainel izledik.  Kurgu olarak da yanlış/mantıksız yerlere çekilmeden, bazen de ince ince sarsarak son buldu.  Adele Haenel, sen bir harikasın, iyi ki varsın diyerek bitireyim bu kısmı da.

-Spoiler-

 

 

THE INVISIBLE MAN

Başrolünde The Handmaid’s Tale’in yıldızı Elisabeth Moss’un yer aldığı korku, dram, gizem türündeki The Invisible Man, 2020’nin Şubat’ında henüz daha yasaklar, karantinalar başlamamışken yayınlandı. Takıntılı bir bilim insanı olan Andrea ve eşi Cecilia’yı anlatıyor. Andrea’dan psikolojik ve fiziksel şiddet gören Cecilia, evden ve Andrea’dan kaçmaya çalışıyor. Bir süreliğine başarılı olsa da psikopat kocası Andrea peşini bırakmıyor. Cecilia daha sonra, Andrea’nın intihar ettiği haberini alıyor. Tam rahatlamaya başlamışken bu haberin de bir aldatmaca olabileceğini fark ediyor. Andrea’nın hâlâ onun peşinde olabileceğine kimseyi inandıramayan Cecilia için ürkütücü ve zor bir mücadele başlıyor. Filmin türü korku olduğu için aman aman bir hikaye beklemeden, mantık hataları aramadan (zaten görünmez olabilen bir adam var filmde) izlerseniz, seversiniz diye tahmin ediyorum. Türüne korkudan ziyade psikolojik gerilim demek daha doğru olabilir. Birçok tahmin edilebilir sahnesine rağmen sürükleyici bir gidişata sahip filmimiz. Sonu ise tatmin edici. Ayrıca filmi izledikten sonra nasıl çekildiğiyle ilgili videolara da bakmanızı öneririm, mesela buna.

-Spoiler-

Elisabeth Moss’un artık kendisinde görmeye alıştığımız bir ifadesi var, izleyenleri bilir. Böyle korktuğu halde gözlerinden meydan okuma fışkıran bir ifade (berbat anlattım ama siz beni anlarsınız). The Handmaid’s Tale’da da sık sık görüyoruz bunu. İşte bu filmde de bunu Cecilia için kullanıyor, gözlerinden alevler çıkıyor resmen. Elisabeth Moss dışında başka biri olsaydı bu kadar gerçekçi gelmeyebilirdi bana The Invisible Man. Ceceilia’nın Andrea için duyduğu korkuyu ben de hissettim ta buralardan. Özellikle posta için dışarı çıktığı ve koşarak korkup geri geldiği sahnede. Nefret etmesine rağmen Andrea’yı bu kadar iyi tanıması, dışarıda saygın bir bilim insanı görünümündeyken gerçek yüzünü sadece Cecilia’nın bilmesi çok rahatsız ediciydi. Andrea’nın kardeşinin de abisinden aşağı kalır bir yanı yok bu konuda. El birliğiyle kadını delirtmeye çalıştılar ama yapamadılar.

The Haunting of Bly Manor’un sinir bozucu Peter Quint’ini canlandıran Oliver Jackson-Cohen’i burada da benzer bir rolde izledik. Yüzünü pek görmedik gerçi ama olsun. Cecilia’nın hayatına bir karabasan gibi çöken Andrea, ulu orta işlediği suçları Cecilia’ya yıkıyor ve sonra da bir köşeden olanları izliyor. Gerçekten izlediğim en sinir bozucu karakterlerden biriydi. Neyse efendim, sonuç olarak başarılı bir filmdi. Film boyunca sık sık kendimi dudaklarımı ısırırken buldum, atmosferi çok sağlamdı. Çok fazla ters köşe yoktu aslında çoğu şey tahmin edilebilirdi ama yine de izlemesi zevkliydi.

-Spoiler-

 

PALM SPRINGS

Filmimizde, Brooklyn 99’dan ve SNL skeçlerinden bildiğimiz Andy Samberg ve How I Met Your Mother’dan tanıdığımız Christin Milioti başrolde. Çok tatlı bir çift olmuşlar bence. Palm Springs, sürekli aynı güne uyandığı bir döngüye hapsolan Nyles isimli bir adamı anlatıyor. Nyles her gün sevgilisinin arkadaşının düğün gününe uyanıyor. Bilmem kaçıncı döngüsünün birinde Nyles yanlışlıkla gelinin ablası Sarah’ı da bu döngüye hapsediyor. Sarah başta oldukça öfkeli olsa da zamanla bu durumu kabullenip döngüyü kırma yolu aramaya başlıyor. İkili arasında romantik şeyler de oluyor bu arada. Sarah’ın sürekli bir daha hatırlamak istemediği bir güne uyanması ve Nyles’in gevşek tavırları arasındaki tezatlık film boyunca yakamızı bırakmıyor. Türüne ise, içinde Andy Samberg olduğu için absürd komedi demek daha doğru olabilir. Aşırı iyi bir film değil fakat zaman geçirmelik, fantastik ve eğlenceli bir film.

-Spoiler-

Daha önce defalarca çekilmiş bir fikir üzerine yazılmış filmlerin/dizilerin bu fikrin gölgesinde kalmaması için çok iyi yazılması gerekiyor. Yoksa vasat olarak kalıyorlar. Palm Springs de biraz öyle olmuş. Andy Samberg’in nevi şahsına münhasır mizah enerjisiyle yürümüş film. Christin Milioti de güzel eşlik etmiş kendisine. Her gün aynı güne uyanma fikrini gizemli bir mağaraya bağlayan film, sonunda kendince bir çıkış yolu buluyor. En çok Roy’a ve Nyles’in sevgilisiyle olan diyaloglarına güldüm ben. Sarah’ın kardeşinin düğününden önce damatla yattığı gecenin sabahına, 145551. kez pişmanlık içinde uyanması ise güzel bir karmaydı.

Nyles’in umursamaz tavırlarının, kabullenişinin ve yıllardır içine hapsolduğu döngünün Sarah’la değişmesini ve en sonunda yine onunla kırılmasını izliyoruz filmde. Çerezlik, yormayan, zaman zaman güldüren bir film.

-Spoiler-

 

THE TRIAL OF THE CHICAGO 7

The Trial of the Chicago 7, hükümet tarafından komplo, ayaklanma gibi suçlara teşvik ile suçlanan 7 sanığın duruşmalarına ayna tutuyor. 1968 Demokratik Ulusal Konferansı’nda Vietnam Savaşı ve karşı kültür protestoları düzenleyen bu 7 kişinin hikayesi ise gerçek. 1969’da gerçekleşen duruşma süreçlerini, olayların arka yüzünü, haksızlıkları/haklılıkları net bir şekilde göstermiş Aaron Sorkin bu filmle. Her ne kadar ülke güvenliğiyle ilgili açılmış bir dava olsa da dünyanın her yerinde, her şeyin politik olabildiği gerçeği insanın canını sıkıyor. Politika uğruna oynanan oyunları, göz yumulan haksızlıkları görmek sinir bozuyor. Ama bazı şeyleri anlamak için bunları da görmek gerekiyor. Filmi sakin kafayla izlemek lazım, diyaloglar hızlı bir şekilde akıp gidiyor ve herkes nefes almadan konuşuyor. Oyunculuklar nefis, mahkeme sahneleri etkileyiciydi. İzlemenizi tavsiye ederim.

-Spoiler-

Filmin başlangıcından sonuna kadar pür dikkat izlemek beni biraz zorladı. Ama üstün körü izlemek istemediğim için de ara ara durdurup soluklandığım oldu. Amerikan mahkeme filmlerini binlerce defa izlememize rağmen gerçek bir olaydan uyarlanması filmin o klişelerden biraz da olsa kaçabilmesini sağlamış. Irkçılık, aktivizm, polis şiddeti, politik ayrımcılık gibi konular üzerinde çekinmeden durabilmişler. Verilmiş yanlış bir yargı kararının filmini yapabiliyorlar en azından bu da bir şey (çok üzülüyorum ben halimize). Ve genelde Amerikan mahkemelerinde kutsal olarak tanıtılan jüriler burada sadece birer piyon olmuşlar. Hükümetin fikrini beğenmediği jürileri küçük bir oyunla yerlerinden edebildiğini gördük mesela. Diyaloglarını tekrar tekrar izlenmeli, alt metni güçlü ve aynı zamanda da sevimli anlara sahip bir film olmuş.

-Spoiler-

 

THE DEVIL ALL THE TIME

The Devil All the Time, sizi rahatsız eden ama izlemeyi bırakamadığınız filmlerden biri. Yobazlık, cinayet, istismar, şiddet, din sömürüsü her türlü şeytanlık var filmde. Arvin isimli bir çocuğun anne-babasının tanışma hikayesiyle başlıyor filmimiz. Biraz çocukluğunu izliyoruz, çoğunlukla da gençliğini. Arvin’in yanı sıra Ohio ve Batı Virginia’ya yolu düşmüş, farklı suçlara meyilli başka insanları da izliyoruz. Arvin’in yolu direkt olmasa da bu insanların çoğuyla kesişiyor. Savaş travmalarıyla baş edemeyen babası, Arvin’in de travmalarla büyümesine sebebiyet veriyor. Gençliğini babaannesinin yanında geçiren Arvin, kendi gibi bahtsız, yine babaannesinin yanında yaşayan Charlotte ile kardeş gibi büyüyor. Filmdeki tek sevimli ilişki bu iki kardeşin ilişkisi. Gerisi hep zarar ziyan. İşte bu zararlı ilişkileri ve psikolojik sorunları olan insanları anlatıyor The Devil All the Time. Oyuncular arasında Tom Holland, Robert Pattinson, Bill Skarsgård, Sebastian Stan, Riley Keough gibi isimler var, hepsi de çok başarılılar. 83’lü Antonio Campos’un elinden çıkan bu sürükleyici, kaotik, karanlık dram filmine bir bakmanızı tavsiye ederim

-Spoiler-

Yüzümü buruştura buruştura izlemekten bir hal oldum ama değdi. Herkes layığını buldu bir şekilde. Din sömürüsü yaparak genç kızları kandıran papaz, kirli polis, otostopçuları arabalarına alıp hayatlarını mahveden psikopat çift, savaş travması yaşayan korkunç bir baba. Daha başka aklına kötülük gelmedi mi Antonio, onlardan da koysaydın filme. Arvin’in tüm bunların arasında insan kalma çabası da bir yere kadar işe yarıyor tabi. En sevdiği kişilerden biri olan Charlotte’a papazın yaptıklarını öğrenince sakin kalamadı, yeminini bozdu. Charlotte de hayatında tutunduğu, kendini rahatlattığı tek şey olan dine olan zaafından vuruldu; annesi gibi. Bu anne-kız, dini kendi iğrenç amaçlarına alet eden iki adamın kurbanı oluyorlar maalesef. Boğazına kadar yolsuzluğa batan kirli polis Lee ve kardeşi Sandy’nin hikayeleri de trajik bir şekilde sonlanan hikayelerden biriydi. Başlarken acaba sıkılır mıyım diye tereddütlerim vardı ama yersiz çıktı. Sürükleyici ve yormayan bir akışa sahip The Devil All the Time.

-Spoiler-